Mustafa Onat's items Go to Must.'s photostream

3 Temmuz 2014 Perşembe

Mardin


Mardin’i fotoğraflardan, filmlerden gördüğüm kadarıyla biliyordum. Hep görmek istediğim bu şehir için kapsamlı bir hazırlığım yoktu. 3-5 temel mekân vardı sadece aklımda. Gerisi gelir zaten, yeter ki yola çıkalım. Yoldayım ve zihnimden belli belirsiz görüntüler geçiyor. Parça parça görüntüleri birleştirip oluşturduğum hayal ile şehrin gerçek görüntüsünün ne kadar örtüşeceğini merak ediyorum. Sonra zihnimi serbest bırakıp dışarıyı seyrediyorum. Midyat-Mardin yolunda sarı, yeşil, kızıl tarlalar akıyor gözümün önünden.


Otele yerleştikten sonra şehrin batısında, şehir merkezine 2 km kadar uzaklıkta bulunan Kasımiye Medresesi’ne gidiyorum ilk olarak. Medreseye varmak üzereyim ve gözüme güneyden inanılmaz bir güneş vuruyor. Mezopotamya’nın güneşini bilenler bilir. Yol kenarındaki çeşmede bekleyen ve tanıdık gelen biriyle uzaktan bakışıyoruz. Güneş öyle şiddetli ki net göremiyorum ama birine benzetiyorum. Ben tereddüt içindeyken, 20-30 metre kadar uzaktan el sallayıp “merhaba” diyor adam. “Kusura bakmayın, birine mi benzettim emin olamadım” diyorum ellerimi güneşten kamaşan gözlerime siper ederek. Omzumda asılı makineyi gösterip, hafifçe de gülerek “İstanbul’da fotoğraf çevreleri beni tanır” diyor. Özcan Hoca’nın sesi bu. Mardin’de Özcan Yurdalan ile karşılaşıyorum ve yanına varıp sarılıyorum bu güzel adama. Orada bir fotoğraf çekmek aklıma gelmedi ama buraya böyle bir iz bırakmış olayım. Özcan Hoca mükemmel bir insan. Hoca, abi, gezgin, fotoğrafçı, yazar… Uzar gider bu liste. Atölyede sık sık ifade ettiği cümlelerden birkaçını da not düşeyim buraya: “Öğrenmeye çalışmayın arkadaşlar. Ezber ettikleriniz hafızanıza yenilir. Ayrıca söz konusu fotoğrafsa öğrenmek o kadar da makbul değil. Anlamaya çalışın. En azından anlama çabası içinde olun.”

Güneş batarken medresenin avlusundaki havuzda şık yansımalar olduğunu duyduğum için Kasımiye Medresesi’ne akşamüstü saatlerinde gitmiştim. Restorasyon nedeniyle medresenin terasına çıkmak yasaktı. Yine de merdivenleri takip ettim. Zorladığım kapılar kilitli olunca böyle yansımalarla idare ettim.


İkinci gün programım yoğun. Erkenden uyanıp yola çıkıyorum. İlk durak şehre 4 km kadar uzaklıktaki Deyrulzafarân Manastırı. Süryaniler için önemli bir merkez olan bu manastıra toplu taşıma araçları gitmiyor, özel araçla ya da taksiyle gidilebiliyor sadece. Kalabalık gezi turları giriş katındaki dar mekânlarda dolaştırılırken, yasak olduğu belirtilen üst katlara ve terasa çıkmak için rica minnet izin alıyorum bu kez. Fakat aşağıdaki ziyaretçilerin üst kısımlara çıktığımı görmemeleri gerekiyormuş. Yanımda götürdüğüm görünmezlik iksirini içiyorum hemen. Neyse ki böyle durumlar için hep tedarikliyimdir.



Tekrar Mardin’e dönerken şehri gören bir yerde duruyorum. Mardin doğu tarafından böyle görünüyor. Bir dağın güneyine kurulmuş köklü bir şehir, yöreye has sarı taşlarla örülmüş duvarlar, çatısız evler ve labirent sokaklar... En tepede Mardin Kalesi, dağın güney yamacında da Suriye’ye kadar uzanan geniş Mezopotamya ovası var.


Mardin’in tarihi çarşısı sadece turistlere hitap etmiyor. Şehrin ana caddesi olan 1. Caddenin paralelinde, Ulu Camii ve Latifiye Camii arasında birbirine bağlanan, Dellallar, Kazancılar, Marangozlar, Sokulbakar vs. isimli pazarlar Mardin halkının günlük ihtiyaçlarını da karşılıyor. Turistler kadar yöre halkını da görüyorum bu pazarlarda.



Çarşıda dolaşırken dükkânı önünde bekleyen, birbiriyle sohbet eden hemen her esnafla konuşuyorum. Ben bir şey sormasam onlar beni sorguya çekiyor! “Memleketinizi geziyorum” dediğimde ağız birliği etmişlercesine hep aynı deyişi duyuyorum: “Başım gözüm üstüne.”

Sebahattin Amcanın küçük bir marangoz atölyesi var. Eskiden ahşaptan her şeyi yaparmış, şimdi küçük iskemleler, keser, kürek, balta sapı vs gibi daha az yorucu şeyler ürettiğini söylüyor. Fotoğrafını çekmek için müsaade istiyorum: “Başım gözüm üstüne oğlum, çek tabii. Buraya kadar gelmişsin çekmeden mi döneceksin” diyor.



Sonra Tütüncü Ali Abiyle tütün piyasasından konuşuyoruz. Ne sorsam cevap veriyor. Meraklı olduğumu düşünüp “Hazırlayayım sana da bir paket” diyor. “Ben sigara içmiyorum abi, sağolasın” diye cevap veriyorum. “Madem almayacaktın niye bu kadar gevezelik ettin” demiyor. Öyle biri değil. Ayrılmadan önce onun da fotoğrafını çekmek istiyorum. Hemen çakmağına davranıyor ve yakıyor sigarasını. Tahmin edilebileceği gibi Tütüncü Ali Abi olmak bunu gerektirir.


Güneş ve bulutların köşe kapmaca gayretleri nedeniyle Mezopotamya ovasının sarı-yeşil nakışlı görüntüsünü uzun uzun izlemek kısmet olmadı. Çarşıları gezerken çiseleyen yağmur, caddeye çıktığımda sağanağa dönüştü. Kendimi, geniş ve uzun merdivenlerinde bulunduğum Gazipaşa İlkokulunun kapısından içeri atar atmaz yerleri paspaslayan görevliyle karşılaştım. Okul binası ve yanındaki diğer bina çok güzel bu arada:


Zaten uzaktan hayran olduğum bu yapıyı gezmek için müsaade istiyorum ama yerler yeni paspaslandığı için temizlik görevlisi bu fikrime sıcak bakmıyor. Kapının bir metre içerisinde, bir kusur işlemiş cezalı bir öğrenci gibi attığım ilk adımla kımıldamadan bekliyorum. Derken yetkili bir kadın geliyor ve okulu gezebileceğimi söylüyor. Az önceki görevliye kaçak bakışlar atarak, yerdeki kuru yerlere basma gayretiyle üst kata çıkıyorum. 5-10 dk. okulu gezip pencereden şehre bakıyorum.

Ulu Camii
Yağmur dinmeyince biraz önceki hanımefendi beni odasına davet ediyor. Kapıda ‘Müdür’ levhası var. Okulun müdiresi Gülizar Hanım, izin istemeden okula dalan turist kafilelerinden rahatsız olduklarını, onlar yüzünden eğitim faaliyetlerinin aksadığını anlatıyor. Bir kez daha yalnız olmanın avantajını yaşıyorum. Yağmurdan sonra Mardin’in ıslak sokaklarına dönüyorum. Hala göremediğim yerler var. Çok vakit kaybetmeden görülmesi gereken mekânları sırayla geziyorum: Ulu Camii, Latifiye Camii, Kırklar Kilisesi, Zinciriye Medresesi, Mardin Müzesi… 



Zinciriye Medresesi
Latifiye Camii
Mardin Müzesi

Aklıma ilk gelenleri yazdım ama özel bir sıralamaya da ihtiyaç yok aslında. Mardin’i köşe bucak görmek gerekiyor. Yürüdüğümüz sokağın paralelinde mutlaka koridor genişliğinde bir sokak daha vardır. Sokağı çevreleyen yüksek duvarlar, duvarlardan hemen hayata açılan kapılar, yürüyen insanlar, koşturan çocuklar vs... Önce çıkışı belli olmayan bir labirentte olduğumuzu düşündürten bu sokaklar bir süre sonra tanıdık gelmeye başlıyor. Fakat birbirine benzemelerine rağmen aynı fotoğrafları vermiyorlar.




Son olarak aşağıdaki fotoğraftan da bahsetmek isterim. Makinem bileğime dolanmış bir şekilde yürüyorum. Fotoğraftaki çocuğun koştuğunu fark ettiğim andan itibaren makineyi açıp, gözümü vizöre dayayıp, deklanşöre bastığım sürenin tamamı maksimum 3 saniye. Fotoğrafın öncesi sonrası da yok, tek kare. Pozometreye bakacak ya da test çekimi yapacak zamanım da yok. O anki ayarlarım uygun olmasa karanlık ya da gereğinden fazla aydınlık bir fotoğraf olacaktı bu. Ya da ben biraz daha geç fark etsem, uçarcasına koşan bu çocuk kadrajımdan çoktan geçip gitmiş olacaktı. Ya da birkaç metre ileride olsam mesela, soldaki kapı olmayacaktı. Ya da… Uzatmanın anlamı yok aslında. Fotoğraf çekelim ya da çekmeyelim, yenilenmek ve soluklanmak için bir şehre gitmek, bir sokakta yürümek gerekiyor. Sonrası nasip, kısmet, lütuf. “Çok şükür” diyerek bitireyim.