Mustafa Onat's items Go to Must.'s photostream

30 Kasım 2011 Çarşamba

Of-is

En az altı ayda bitirilebilecek projeyi iki ayda tamamlamaya çalışıyoruz. Çünkü -amiyane tabirle- psikopatız. Daha efendi ve kurumsal bir tabirle, zamanı iyi yönetemiyoruz. Hangisini kabul ederseniz.. (Bu arada; zaman yönetimi kavramı, fazla iddialı ve ütopik değil mi?) Yaz boyunca saz çalıp eğlenen ağustos böceğinin, kışa doğru düştüğü telaşlı duruma yakın halimiz. Olan, etrafımızda didinip duran, az sayıdaki çalışkan karıncalara oluyor.

Kişisel işlerimi ertelemek konusunda yüksek ihtisas yapmış olmam, şirketin aynı tavrını sorgulamama engel değil. İlk anda olmasa bile, işlerimi yapıyorum ben ve muhtelif gecikmelerden kimse olumsuz etkilenmiyor. İş yerinde ise her ertelemeden ve zamanı düzgün planlayamamaktan olumsuz etkilenen çok sayıda çalışan ve başka faktörler var. Birbirini etkileyen bu faktörler bir araya gelmiş, ortak bir sonuca ulaşmaya çalışıyoruz.

Farklı departmanlarda çalışıp birbiriyle iş ilişkisi olmayan ya da aynı departmanda çalışıp birbiriyle sadece iş ilişkisi olan insanlar geçici bir süre, belli konularda birlikte çalışmak zorunda. Ofiste birbirine selam bile vermeyenler, toplantılarda yerli yersiz esprilerle sıkıcı ortama (ya da kendilerine) şirinlik katmaya çalışıyor. Zoraki gülümsemeler, ilgiliymiş gibi görünen ama konuyla ilgisiz, saçma sorular soran çok bilmişler ve onların kendini pazarlama girişimleri.. Toplantıların en tanıdık ritüelleri zaten bunlar. Bir de kurabiyeler.. Bir iş toplantısında, çayın yanında atıştırmalık bir şeyler yoksa, o toplantı teknik olarak eksiktir ve verimli olması beklenmemelidir. Sanırım etkili bir son oldu bu.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Kısa film niyetine..

Müzik güzel. Klip müthiş.
Kısa film niyetine..



İlgilenenler için; daha önce şurada Hauschka'dan biraz bahsetmiştim.
Filmin yönetmeni de Jeff Desom imiş.

13 Kasım 2011 Pazar

Fiyasko!


Kitaba da, diziye de lafım yok. Film ise tek kelimeyle fiyasko. Filmin başında seri katili -deşifre bile etmeyip- açıkça gösteren, izleyiciyi şaşırtmayı bırakın, ters köşe yapma gayreti bile göstermeyen bir film nasıl polisiye olabilir? Bana kalırsa senaryoda ağırlık Emrah Serbes’ten Serdar Akar’a kaymış. Her şey aceleye getirilmiş. Diziyi çekerken film için çekilen sahneler, yerli yersiz filme eklenmiş. Şevket’in kardeşini psikologa gitme konusunda ikna ettiği sahne olmadan da Behzat’ın psikolojisinin bozuk olduğu anlaşılıyor. Bunun gibi; dizide yer alan ama filme katkısı olmayan karakterleri göstermek için eklenen sahneler filmi bölmüş. Zaten sağlam bir kurgu yok, iyice parçalanmış hikaye.

Başta Afili Filintaların birkaç üyesi olmak üzere, film için olumlu görüş bildiren birçok kişi ve yazarın, bir kısmının samimi olduklarını düşünmüyorum. Dizi ve kitabın referansına saygım var. Fakat bunların dışında sağlam bir pazarlama kandırmacasıyla karşı karşıya kaldığımızı düşünüyorum. Onlar yazmasa da gidecektik. Ama onlar doğrusunu yazmalıydı.

Basit bir orantı hesabına göre, iki saatin (süre olarak) bir ömürde pek bir değeri yok. Fakat sadece oturup bir şey izleyeceksem iki saat uzun bir süre benim için. Yazık oldu.

Daha detaylı eleştiri yazısı, şurada okunabilir.

3 Kasım 2011 Perşembe

Çocukları pistten uzak tutun!


Çocukluğumdan beri sporun neredeyse her türünü izlerim. Küçük yaşlardan itibaren spor müsabakalarını takip ediyor olmam, zaman zaman evde küçük sorunlara neden olurdu. Mesela F1’i sıkı takip ettiğim yıllarda, F1 araçlarının gürültülü motor seslerinden rahatsız olan annem “şu yarışlar yüzünden hafta sonlarının gelmesini istemiyorum” derdi. Nasıl bıktırmışsam artık.. Bununla birlikte ister istemez kimi sporlara kendisi de ilgi duymaya başladı sonra. Hatta iş öyle bir noktaya geldi ki; bazen annemin futbol bilgisinin kardeşimden daha çok olduğunu düşünmüyor değilim.

Bazı spor türlerini vakit geçirmek için izlerken bazıları için özellikle vaktimi ayırırım. Tenis ikinci kategoriye giriyor. Bu keyfi yerinde yaşamak için geçtiğimiz Pazar WTA finalindeydim. Dünyanın en iyi sporcularını yakından izledim. Televizyonda fark edemediğimiz kimi detayları canlı canlı izlemek güzeldi. Bazı aksaklıkları saymazsak oldukça eğlenceli bir gündü. Ama saymazsak; ben sayacağım.

Ülkemizde 'kahve içmezse ölecek hastalığı'na yakalanan kadınlar var. Allah onlara acil şifalar versin. Maçlar boyunca ellerindeki karton kahve bardaklarıyla önümüzden geçip durdular. Set aralarını geçtim, oyun aralarındaki 1-2 dakikalık molalarda bile yerlerinde duramadı hanımlar. Bir insan, sadece bir saatliğine oturduğu yerde nasıl duramaz, benim aklım almıyor.

İkinci sıkıntı ise salonu panayır alanına çeviren çocuklar. Bilirsiniz düğün salonlarında da çok var onlardan. “Çocukları pistten uzak tutun” anonsları yapılır sürekli. Ama çocuklar yine de salonda fink atar. Orada beni rahatsız etmez bu. Çünkü oradan oraya koşturan çocuklara varıncaya kadar onlarca rahatsızlık veren şey var düğün salonlarında. Baştan aşağıya sıkıntı. Bu konuya girmeyeyim. Şunu ekleyeyim sadece; düğünlerde kendilerini kaybeden çocuklar, o yapay ve saçma atmosfere zarar vererek iyi bile yapıyorlar. Ama spor salonunda olmuyor işte.. Ellerinde organizasyon sponsoru şirketlerin promosyon ürünleriyle koşturup durdular. Çoğu zaman peşlerindeki kocaman (fiziksel olarak) adamlar da onlara eşlik etti. “Çocukla çocuk olmak” iyidir; kabul ama insanların maç izlemek için geldiği spor salonlarında çocukla çocuk olunmaz. Birazcık efendi olur insan!