Mustafa Onat's items Go to Must.'s photostream

26 Aralık 2010 Pazar

Mavi Marmara'yı karşıladık


22 Mayıs 2010 tarihinde, Gazze’ye insani yardım götürmek amacıyla İstanbul’dan yola çıkan Mavi Marmara gemisi bugün İstanbul’a döndü. 37 ülkeden 578 yardım gönüllüsü ile birlikte 6 gemiden oluşan yardım filosu, 31 Mayıs 2010 sabahı uluslar arası sularda İsrail askerlerinin saldırısına uğramıştı. Saldırıda 9 yardım gönüllüsü İsrail askerleri tarafından şehit edilmiş, 50’den fazla gönüllü yaralanmış ve gemilere de el konmuştu.

İsrail’in insan hakları ve uluslararası hukuku ihlal ettiği Birleşmiş Milletler tarafında da tespit edildi ve raporlandı; fakat somut bir yaptırım uygulanmadı. 7 Ağustos 2010 tarihinde Türkiye’ye teslim edilen ve bir süre Mersin’de bekletilen Mavi Marmara gemisi bugün 9 eksikle İstanbul’a ulaştı. (1 yaralının da Ankara’da yoğun bakımda olduğunu ekleyelim)

Karşılama programına her yaştan binlerce insan katıldı. Biz de birkaç arkadaşımla birlikte oradaydık. İHH yetkilileri, gemideki saldırı izlerinin yok edilmediğini ifade etti. Gönüllülerin hayatlarını kaybettiği yerler hala aynı izleri taşıyormuş. Bugün sadece şehit yakınları, Mavi Marmara'da yer alan gönüllüler ve yabancı konuklar gemiyi ziyaret edebildi. 1 hafta boyunca ise isteyen herkes Sarayburnu iskelesinde gemiyi ziyaret edebilecek.

Not: Bazı platformlarda, Mavi Marmara'nın da içinde bulunduğu yardım filosunun amacını sorgulamaktan öteye geçerek; gönüllüleri suçlacıyı ve aşayılayıcı bir tutum içinde olanlar için, İsrail'i suçlu bulan BM raporu bu ya da bu linkte.. Türkçesi için de, raporla ilgili haberlere, isteyen bu bağlantıdaki inandığı ve güvendiği kaynaktan bakabilir.


Gemiden bir mürettebat




23 Aralık 2010 Perşembe

Dünya ve Ben

Kitabın isminden anlaşılacağı gibi, kendisini ve hayatını anlatıyor yazar. Fakat her şeyi olduğu gibi anlatmıyor. Neyin gerçek, neyin hayal ya da kurgu olduğunu anlamak için birkaç sayfa geçmesi gerekiyor bazen. Mesela hem anne ve babası tarafından evlatlık edinilmiş olduğunu düşünüyor; hem de sekiz öz kardeşine rağmen evin tek çocuğu olduğunu… Kafasında kurguladığı şeylerin gerçek olmadığını bildiği halde onlara inanıyor ve belli bir müddet okuyucuyu da buna inandırıyor. 

Ayrıca yazar kronolojiye bağlı kalmamış. İçinde bulunduğu yolculuk sırasında, o anda neredeyse, geçmiş zamanda orada yaşadıklarını anlatmış. Bu nedenle bazen yazarlığı sonrasını, çoğu zaman da çocukluğunu okuyoruz. Kitabın en akılda kalıcı bölümü, Juan José Millás’ın yazarlığa başlamasına sebep olacak cümlenin açıklandığı bölümdü sanırım. Hoşlandığı kız kendisini reddederken Millás’a, “benim için ilginç değilsin” diyor. O da kelimelerin yerini değiştirmeyi ve aralarına bir virgül koymayı akıl ederek cümlenin anlamında kendince değişiklik meydana getiriyor. Yani her zamanki gibi kendini kandırıyor. Yıllar sonra yeniden karşılaştıklarında, yazar olmasında onun da etkisi olduğunu söylüyor kıza. Ayrıca “o virgülü oraya hangimizin koyduğunu hep merak ettim” diyerek kızın ne düşündüğünü de soruyor:

“Ben koymuş olsaydım yazar olmayacaktın. O virgülü sen koyduğun için yazar oldun. Yazar oldun, çünkü gerçekliği değişikliğe uğratarak anlatmak için kaynaklar icat ettin.”

Bu arada kitap Avrupa’da ödüller almış. Yazarla ve kitapla ilgili bilgilere şuradan ulaşılabilir. Ayrıca psikolojik roman sevmeyenler sıkılabilir. Ben de sıkıldığımı fark ettiğimde yarısına gelmiş olmasaydım, devam etmeyebilirdim.

19 Aralık 2010 Pazar

Av Mevsimi


İki buçuk saatim boşa gitti diyemem ama beklediğimi bulduğumu da söyleyemeyeceğim. Bunun birçok sebebi var. En başında, 4-5 yılda bir, sadece Yavuz Turgul filmlerinde oynayan Şener Şen’in oynadığı Ferman Komiser karakteri olmamış bu filmde. Büyük ustadır, üstattır vs. malum. Eleştirecek bilgi, birikime de sahip değiliz ama beğenmeyi geçtim sıkıldım maalesef. Gönül Yarası’ndaki emekli öğretmen ve Kabadayı'daki emektar kabadayıdan daha farklı değil Av Mevsimi'ndeki "Avcı" karakteri. Olaylara yaklaşımı, ekibine fırça atarken bile kaybetmediği nezaketi, düzgün Türkçe’si ve aynı babacan tavrı ile ezbere bildiğimiz bir karakter olmuş. Oyunculuğu ile ilgili değil sorunum. Kendisi için hazırlanan rol yetersizdi bana kalırsa. Art arda oynadığı rollerin temel olarak birbirine benzemesinin sebebi sürekli aynı senaristle çalışması olabilir.

İkinci karakter Cem Yılmaz'ın oynadığı Komiser İdris ya da "Deli İdris". Bu sefer komedi oynamadığını söylese de içinde mizah barındıran, dengesiz bir komiseri oynamış. Filme yakışmış bence. En çok onu beğendim hatta. En azından Şener Usta'nın aksine aşina olmadığımız, farklı bir karaktere bürünmüş. Okan Yalabık, ekibe sonradan dahil olan ve Antropoloji yüksek lisansı yapan çömez bir cinayet polisi. Filmin sonuna kadar hikayenin bir yerinde çözüme katkı sağlamasını filan bekledim. İşi öğrenmek yerine psikolojisi bozuldu, hatta delirdi filmin sonunda. Genelde nasıl bir ekibe dahil olursa olsun bu tür çömez karakterlerin sorumluluk üstlenmek gibi bir misyonu vardır. Ama bu sefer bir şekilde onun üstüne yıkılmadı hikaye. Bu konudaki beklentilerimi boşa çıkararak ters köşe yaptı belki film ama filmin bu hissi böyle yardımcı bir rolde değil, senaryoda yaşatması gerekirdi. Polisiye kurgularda olması gereken gerilim, sürükleyici öğeler, takip ve heyecan duygusu da yoktu filmde.

İkinci yarısında filme dahil olan Çetin Tekindor'da filmi kurtarmaya yetmedi. Cinayeti onun oynadığı Battal Çolakzade karakterinin işlediğini hemen anlıyorsunuz. Sadece cinayetin neden işlendiği konusunda izleyiciyi yanıltmayı amaçlayan bir yan hikaye var. Bu konuda da pek başarılı değil senaryo. Neresinden tutsanız elinizde kalacak, gereksiz yere uzatılan, sıradan bir film olmuş. Kısaca söylemek gerekirse, oyunculuklar başarılıydı ama senaryo eksikti.

Yavuz Turgul’un filmle ilgili birkaç röportajını izledim. Öncelikle biraz sıra dışı ve zor bir adam. Kendisiyle ilgili soruların çoğuna cevap vermiyor ve böyle durumlarda karşısındakinin gözlerine bakıyor sadece. Kerpetenle bile ağzından laf alınamayacak kadar ketum. Ayrıca kendisine yöneltilen övgüleri kabul etmeyecek hatta bu konuda bir şeyler söylemenize müsaade etmeyecek kadar mütevazi. Filmle ve kendisiyle ilgili övgü içeren cümleler karşısında; “Ben o söylediklerinizi kabul edemem. Bunu ancak izleyici takdir edebilir” demişti. Benim de sıradan bir izleyici olarak düşüncem "bu sefer olmamış” maalesef.

Günün güzel tarafı filmden sonra uğradığımız Köfteci Ramiz’di. Daha önce de birkaç farklı şubesinde köfte yemiştim ama bu seferki, Edirne’deki Park Köftecisi Osman Usta’dan sonra yediğim en lezzetli köfteydi. Bundan sonra her fırsatta yolumu aynı mekana düşüreceğimden şüphem yok.

27 Kasım 2010 Cumartesi

Saw [Final]

Ve Jigsaw kepenk indirdi. 2004 yılında sessiz sedasız, ancak sıradışı bir filmle başlayan seri yedinci filmle sona erdi. Bu tür seriler, birkaç filmden sonra sıkıcı olmaya başlıyor. Fakat Saw için bunu hiç düşünmedim. İlk iki filmin hikayesinin başarısına ulaşamayan serinin diğer filmlerini de aynı sadakatle izledim. Bugün de son görevimi yerine getirerek Saw serisinden mezun oldum. (:

Filmi 3D formatta izledim. Açıkçası 3 boyutlu olmasa da olurmuş. Salondaki 3D gözlük başımı ağrıttı. Kurbanların vücutlarından koparak fırlayan ve üzerinize sıçrayan parçaları saymazsak bu baş ağrısına değecek sahneler yoktu filmde. Jigsaw'ın yokluğunda oyunlara emaneten devam eden Hoffman, serinin son filminde oyunları kişiselleştirmenin cezasını ödemek zorunda kaldı. Hoffman'ın, eşini öldürmek isteyebileceğini önceden tahmin eden Jigsaw, onun için küçük bir oyun hazırlamış. Bu oyunu yönetme görevini ise serinin ilk ve en etkileyici filminde kurban olarak seçtiği Dr. Gordon'a vermiş. Yani yedi yıllık serinin başlangıcını da, finalini de aynı karakter yapmış oldu.

Diğer kurban grubu ise, Jigsaw'ın oyunlarından kurtulduğunu iddia ederek kitap yazan ve televizyon programları yapan bir sahtekar ve onun yapım ekibi. Ölmeden önce bu girişimi cezalandırmayı planladığını öğrendiğimiz Jigsaw, onlar için bir seri oyun kurgulamış. Ünlü olma çabasındaki adam, bir yalandan yola çıktı ve Jigsaw'ı bu oyuna alet etmeye çalıştı. Ekipteki diğer kurbanlar da en az onun kadar bu sürece dahil oldular. Bu nedenle birbirini takip eden tuzaklarda kurban oldular. Bu oyunlar için tek eleştirim; ekipte yer almayan ve hiçbir şeyden haberi olmayan kitap yazarının eşinin de kurbanlara eklenmiş olmasıydı. Jigsaw'ın daha önceki kurban seçimlerinde gözettiği suçlu-suçsuz ayrımını bu kez es geçmesini biraz yadırgadım. Yine de serinin bitmiş olmasının verdiği rahatlıkla rehavete kapılmayayım. Jigsaw'ın, kararlarını sorguladığımı düşünmesini istemem. Yarın bir gün, -finalin yapılmış olmasına rağmen- sekizinci filme kurban seçmeye başlarsa onu kimse durduramaz. Kendisine saygılarımı sunuyorum. (:

26 Kasım 2010 Cuma

Hayal Meyal


Bir otobüs yolculuğunu iki saat kısaltan bir kitap oldu benim için. Kaldığım yerden devam edebilmek için sayfanın üst köşesini kıvırmama gerek kalmadı. Böyle de zahmetsiz bir kitap.

Kendini ve çevresindekileri iyi tanıyan bir adam var kitapta. Ayrıntıları görebiliyor. İyi niyetli ama biraz geçimsiz. Hoşsohbet ama herkesle değil. İşinde başarılı ama biraz da tembel. (belki de çokça) Farkında olduğu, kabullendiği ve başkalarından gizlediği bir rahatsızlığı var. Rahatsız olduğu gerçek; fakat yanıldığı tek şey yine bu rahatsızlığı konusunda.. Tüm bunlar onun karmaşık zihninin hayal ürünleri de olabilir!

Kitabın dram ve karakomedi karışımı bir türde senaryolaştırılabilecek tek cümlelik özetini de yazmak isterdim ama bu kadar kolaycılık olmaz. İsteyen kendisi okusun (:

*** 
“Yaşarken bile yanında refakat edilmesi güç bir adam oldum. Ölürken kim refakat edebilir?”
“Ben bulutların dilinden anlamam. O yüzden sık sık yağmur yağar ben dışarı çıkınca.”

22 Ekim 2010 Cuma

Korkma Ben Varım

Bir kurgu. Hikaye, eğlenceli isimlere ve eşit söz hakkına sahip karakterler tarafından ayrı ayrı anlatılıyor. İlk bölümde yazar birkaç düğüm atıyor. Devamında okuduğunuz her bölüm ve dinlediğiniz her karakter olayları anlamanızı kolaylaştırıyor. Son bölümü okuduğunuzda hikayeye ancak hakim olabiliyorsunuz. Bir çeşit puzzle gibi. Merak unsuru, her bölümden sonra yerini şaşkınlığa bırakıyor.

Son derece komik adamlar tarafından kurulmuş gerçek bir mafya çetesi, fantastik bir devlet kurumu (GİB), tüm kurguya ve karakterlere ‘bol kepçe’ dağıtılmış ansiklopedik bilgi, yazarı tanıyanları şaşırtmayacak kadar çok benzetme, kelime oyunu, metafor, uydurulmuş ata sözleri, Menteş’in kurnazca esprileri ve kendine has üslubu var bu kitapta da.

İlginç olan –ve eleştiri sayılabilecek tek şey- tüm karakterlerin üslup ve anlatımının neredeyse aynı olması. Hepsi aşağı yukarı aynı bilgi, tutum ve mizah anlayışına sahip. Murat Menteş, karakterleri bu konuda özgür bırakmamış. Her satırda, “kaptan köşkünde ben varım” dediğini hisseder gibiydim okurken. Neyse ki bundan rahatsız değilim.

17 Ekim 2010 Pazar

Michael E. Porter - Modern Rekabet Stratejileri

"Michael Everett Porter (d. 1947), Harvard Üniversitesi İşletme Bölümü'nde (Harvard Business School) ekonomi ve yönetim bilimleri profesörüdür. Aynı zamanda Strateji ve Rekabetçilik Enstitüsü (Institute for Strategy and Competitiveness) başkanıdır. Stratejik yönetim alanında dünyanın önde gelen bilim adamlarından biridir. Akademik çalışmaları, şirketlerin veya bölgelerin nasıl rekabetçilik avantajları oluşturabileceği üzerine yoğunlaşmıştır.
Porter özellikle şu çalışmaları ile ünlüdür: Üç genel rekabet stratejisinin açıklanması (segmanlara ayırma, maliyet öncülüğü ve farklı konuşlanma stratejileri), bir şirketin üretim süreçlerini blok bir ok şeklinde betimleyen değer zinciri (Value chain) ve beş güç modeli (five forces model) kullanarak bir endüstrinin veya pazarın çekicilik ve rekabet analizinin yapılması.
Porter ayrıca bölgesel kümelenme (Cluster building) ile rekabet avantajlarının meydana getirilmesi teorisinin kurucusudur. Önde gelen tezlerinde devletler ihracatı değil, üretim gücünü çoğaltmasını destekliyordur. Birçok otorite tarafından en etkili yönetim düşünürlerinden biri olarak gösterilmektedir."
Kaynak: Wikipedia
* * *
İşletme, İktisat ve Pazarlama gibi Yönetim Bilimleri alanlarında öğretim gören tüm öğrenciler duymuştur Michael Porter’ı. Hatta bu bölümlerde okuyup onun ismini duymadan mezun olmak neredeyse mümkün değildir. Aynı şey Peter Drucker, Frederick Taylor ve Henry Fayol (kendisinin İstanbul’da doğduğunu yeni öğrendim) için de fazlasıyla geçerli. İşletme yönetimi konusunda sayısız teori, ilke ve kural üreten bu isimler Yönetim Bilimlerinin günümüzde ulaştığı noktaya gelmesinde büyük pay sahibidir. Porter ise yakın tarihimizde İşletme, Stratejik Yönetim ve Pazarlama alanlarında dikkate değer çalışmalar yapan akademisyenlerin başında gelmektedir. Öğrencilik yıllarımızdaki mecburi muhataplarımız Taylor, Drucker ve Fayol’a selam edip, yazıya Porter ile devam edelim..

Porter, 2009 yılında İşTcell Liderler Konferansı için Türkiye’ye geldi. Konferansta yaptığı sunumu birkaç kez izledim. Kendisi, birçok akademisyenin, anayasanın değişmez maddeleriymiş gibi savunduğu teorileri ya da ön kabulleri yok sayıyor. Bunu da farklı ya da muhalif olmak için yapmıyor. Değişen dünyada iş dünyasının ve işletmelerin de değişmesi gerektiğini, işletme ve kurumların stratejik yönetim adımlarının bu değişim dikkate alınarak atılması gerektiğini söylüyor. Porter’ın konferanstaki sunumuna ait iki videonun linkini aşağıya ekliyorum. Bu sunumda, bir lisans bölümünde, Stratejik Yönetim dersinde bir yıl boyunca detaylıca işlenebilecek konu başlığı ve vaka örnekleri var. Ayrıca sunumun pdf formatına buradan ulaşılabilir.
Videolar:

11 Ekim 2010 Pazartesi

Bi’ yaşıma daha girdim


Hayret edilecek bir şey yok aslında. Başlıktaki cümleyi deyim olarak kullanmadım; gerçekten bir yaşıma daha girdim bugün. Hepsi aynı olmasına rağmen, ticari ve sosyal hayat ve çevresel faktörler günlere birtakım farklı nitelikler eklemiş durumda. Bu yıl doğum günüm hiç hoşlanmadığım Pazartesi gününe denk geldi.  Doğduğum gün de Pazartesi’ymiş zaten. İnsan doğduğu günü sevmez mi? Pazartesi’yi sevmeme nedenlerimi anlatmayacağım şimdi; belki başka bir zaman..

28 Eylül 2010 Salı

'Eski' kitaplar raflarda


“Boş zamanlarınızda ne yaparsınız?” sorusuna verilen en yaygın cevaplardan biri; “kitap okurum” olur. Bu klasik soruya farklı cevaplar vermek mümkün olsa da, alternatif cevaplar arasında hatırı sayılır bir ağırlığı kitap okumak alır. Bu düşünceme rağmen, benim boş zamanlarımda yaptığım ilk iş kitap okumak olmuyor genelde. Fakat bu, hiç kitap okumadığım anlamına da gelmiyor. Anlık bir değerlendirme yaptığımda, bu zamana kadarki kitap okuma alışkanlığımda birtakım dalgalanmalar olduğunu fark ettim. Bu iniş-çıkışları bir şekilde bir grafiğe döksem, en sık ve istikrarlı kitap okuduğum dönem kesinlikle askerliğime rastlardı. Tabii ki bu tesadüf değil.. Askerliğiniz sırasında ne zaman uyuyup ne zaman uyanacağınıza, ne zaman yemek yiyeceğinize, içtima, eğitim, nöbet, silah bakımı, spor vs. gibi askerlik ritüellerinin ne zaman gerçekleştirileceğine sizin yerinize karar veriliyor. Bir robotun çalışma mantığına paralel bir anlayışta ve sistematik olarak devam eden 157 günlük askerliğim sırasında, ne yapacağıma  bireysel olarak karar verebildiğim tek zaman bölümü “yat”madan önceki 1-2 saatti. Radyo, mp3 player vs. gibi elektronik aletlerin yasak olması nedeniyle dilediğim müziği dinleyememe esaretim, uyumadan önceki birkaç saatimi kitap okuyarak değerlendirmeme vesile oldu. Bu sayede askerde okuduğum kitaplar, tüm yaşamımdaki kitap okuma oranımı bir nebze yükseltmiştir.

Hazır lafı uzatmışken askerdeki kitap okuma prosedüründen de bahsetmek isterim. (: Askerliğiniz süresince hangi kitapları okuyabileceğiniz ya da daha doğru bir ifadeyle hangi kitapları okuyamayacağınız da tespit edilmiş durumda. Bu nedenle -normal şartlar altında- nizamiyeden her girişinizde çantanızdaki diğer eşyalar gibi kitaplarınız da kontrol edilir ve daha sonra size ulaştırılmak üzere nizamiye görevlilerince birlik komutanlarının denetim ve onayına sunulur. Kitaplarınızın ‘yasaklı’ listesinde olmaması durumunda kitabın ilk sayfasına, üst rütbeli bir komutanın imzası eşliğinde “Okunmasında sakınca yoktur” kaşesi basılarak kitabınız size teslim edilir. Size ayrılan ve genellikle birkaç saatle sınırlı olan zaman diliminde ‘kaşeli’ kitaplarınızı gönül rahatlığı ile okuyabilirsiniz. Kitap okuduğunuzu gören nöbetçi subaylar bu kaşe ve imzayı gördüklerinde sizi rahat bırakırlar. Kitaplarınızın yasaklı listede olması durumunda ne olabileceğinden emin değilim açıkçası; çünkü benim başıma böyle bir şey gelmedi. Askerde neredeyse her konuda olduğu gibi bu konuda da birçok söylenti vardı. Kimine göre bu, sizi disiplin koğuşuna götürebilecek bir suçken, kitabın size teslim edilmeyeceği ve yasaklı kitap bulundurmanızın küçük bir cezayla da geçiştirilebileceği bu konudaki söylentilerden bir diğeriydi.

Aslında bu girdiye, Beyoğlu Belediyesi tarafından düzenlenen 4. Beyoğlu Sahaf Festivali ile ilgili düşüncelerimi 'kısaca' yazmak için başlamıştım. Hedefimden bir miktar(!) saptığımın farkındayım ama biraz çetrefilli de olsa amaçladığım noktaya varmak üzereyim. (:

Taksim Gezi Parkı’nda 14 Eylül 2010 tarihinde başlayan ve 28 Eylül 2010 tarihinde sona ermesi planlanan festival 3 Ekim 2010 tarihine kadar uzatılmış. Ben geçtiğimiz Cumartesi gittim. Tanıtım faaliyetlerinin yetersiz olmasına rağmen festival alanı oldukça kalabalıktı. Sohbet ettiğim birkaç sahaf hafta içi günlerde ise festivale olan ilginin düşük olduğundan şikayetçiydiler. Sahaflarda bulabilecekleriniz sadece kitapla sınırlı değil. Kitap dışında geçmiş yıllara ait dergi, gazete, plak, film afişleri de mevcut. Aradığınız herhangi bir şey yoksa bile, ilginizi çekecek yayınlarla karşılaşmanız mümkün. Ben bu şekilde 1960-70 yılları arasında basılmış üç kitap aldım. Aldığınız kitap ya da diğer eserlerin fiyatında sahafın biçtiği paha kadar, kitabın ne kadar eski olduğu da belirleyici oluyor. Buna rağmen oldukça eski yayınların fiyatları bile, aldığınız ürünün yenisinin raf fiyatını çok fazla aşmıyor genellikle. Ayrıca hiçbir şey almadan da, eski kitapları ve diğer yayınları incelemek mümkün. Taksim Gezi Parkında yer alan festival alanında, sahafların hemen yanında birkaç tane kafe var. Satın aldığınız kitapları açık hava, canlı müzik ve içeceğiniz eşliğinde o kafelerde inceleyebilirsiniz.








26 Ağustos 2010 Perşembe

Anouar Brahem Quartet

Birkaç ay önce, Anouar Brahem’in internet sitesinde "14 Ağustos 2010 / Türkiye" yazdığını gördüğümde, çok büyük bir engel çıkmadıkça bu konsere gideceğimden emindim. Israrlı aramalarıma rağmen, uzun bir süre konsere ilişkin herhangi bir haber bulamadım. Konser nerededir, kim tarafından organize edilmektedir vs.. Nihayetinde birkaç hafta kala da olsa detaylardan haberdar olabildik.

14 Ağustos akşamı konser için arkadaşımla buluşup, iftardan hemen sonra soluğu Arkeoloji Müzesinin bahçesinde aldık. Kalabalığın içerisinde konsere gelen çok sayıda yabancı turist de vardı.

Konser saati geldiğinde “Ramazan’da Caz” etkinliklerinin organizatörü Hakan Erdoğan mikrofona yaklaştı; dinleyicilere bir-iki cümleyle teşekkür ettikten sonra “çok kısa bir şey söyleyeceğim, hayırlı ramazanlar” diyerek toplam 30 sn. içinde konuşmasını sonlandırdı. Bir dakika sonra da Anouar Brahem ve saz arkadaşları sahnedeydi (:


Çok hayalci olduğum söylenemez. Fakat zaman zaman gelecekle ilgili bazı şeyler geçer aklımdan; hayal olup olmadıklarından emin değilim. Bunlardan biri de Anouar Brahem’i canlı dinlemekti. Bu bir hayalse bile, artık değil (:Konserde son albümdeki parçaları çaldılar. Zaten albümde de aynı dörtlü vardı:
Anouar Brahem: oud,
Klaus Gesing: bass clarinet,
Björn Meyer: bass,
Khaled Yassine: darbouka, bendir

Konser The Lover Of Beirut’taki enfes bass vuruşları ile başladı. Konuşarak ve sandalyelerini çekiştirerek küçük çapta gürültüye sebep olan dinleyici kitlesi bu sesi duyar duymaz aynı anda hareketsiz kaldı diyebilirim. Albümdeki parçaları biraz farklı çaldılar. Özellikle -ud ve bass klarnetli- solo bölümlerde albüm kayıtlarına çok bağlı kalmadılar. Bildiğimiz melodilere farklı tatlar eklediler. Bu arada konsere farklı bir anlam yükleme derdinde değilim ama Arkeoloji Müzesinin bahçesindeki bilmem kaç asırlık ağaçlar da konsere eşlik etti. Anouar Brahem ve ekibinin de kendilerine eşlik eden yaprakların hışırtılarını duyduklarından eminim. Hatta alttaki fotoğrafta Brahem bu ağaçları seyrediyor olabilir. (:
The Astounding Eyes Of Rita’nın daha birkaç dakikası çalınmışken yatsı ezanı okunmaya başladı. Birbirine bakarak “fade out” (azalarak bitiş) ile bitirdiler. Ezanın bitimiyle, önce alkışlandılar sonra da yine gülümseyerek kaldıkları yerden devam ettiler. 1,5 saat kadar süren konserden sonra alkışlarla sahneyi terk ettiler. Alkış ve ıslıkların kesilmediğini fark ettiklerinde de, yeniden sahneye çıkıp 10-15 dk. daha çaldılar.

"Konser şöyle güzeldi, böyle güzeldi” demeyeceğim. Kısaca muhteşem bir geceydi. Konser öncesinde Anouar Brahem’e pek aşina olmayan arkadaşım, konserden sonra Arkeoloji Müzesinin bahçesinden Gülhane’ye doğru inen karanlık yolda yürürken “ayaklarım yere basmıyor galiba” dedi. Gecenin özeti bu olabilir benim için.