Mustafa Onat's items Go to Must.'s photostream

16 Aralık 2012 Pazar

Gürültü yapmayın, kendi kendime iyileşirim ben!

- Çay mı içersin, ıhlamur mu?
- Fark etmez, ikisinin de tadını alamıyorum zaten. Sıcak olsun yeter.
- Limon dilimleri de atayım mı?
- ...
- Limooonn?
- Sen bilirsin.
- Nerede üşüttün ki böyle?
- 7 buçukta işe gidiyorum. Normal.
- Kışın bari maça gitmesen.
- Bu muydu derdin? Terli terli su içmiyorum merak etme. Limonlu soda filan içiyoruz.
- Dalga geç sen bi de. Bir hafta çek de akıllanırsın belki.
- Belki.
- Gömleğin altına da bir şey giymiyorsun.
- Üstüne giyiyorum.
- İnat inat da bu kadar da olmaz. Dedene çekmişsin diyorduk da dedeni geçtin sen.

***

- Yarın işe gitme. Dinlen biraz.
- Gitmem lazım.
- Kendini yor anca. Sanki şirket batacak.
- Şu televizyonun sesini kıssanız biraz. Kafamın içinden savaş uçakları geçiyor gibi oluyor.
- İzlemiyordun hani.
- Duyabiliyorum.

***

- Boğazın nasıl oldu?
- Hep aynı, kronikmiş ya.
- Öyle şey mi olur, her şeyin çaresi var artık.
- Boğazımın griple ilgisi yok.
- Niye geçmiyor o zaman?
- İyileştiremeyince kronik diyerek sıyrılıyorlar işin içinden. Tıp, farenjitimi iyileştirebilecek kadar gelişmemiş henüz.
- Uydurma! İlaçlarını düzgün içmiyorsun. Küçükken de içmezdin.
- Lavaboya döküyordum anlamayın diye.
- Aferin!

.
.
.

9 Kasım 2012 Cuma

Anouar Brahem


Yıllar önce Kadıköy'de aylak aylak yürüdüğümüz bir gün kulağıma bir müzik ilişti bir yerden. Kuzenimi de kolundan çekiştirerek sesi takip ettim. O andan itibaren birinci kriterim budur; bir şarkı yolunuzu değiştirtiyorsa güzeldir. Şarkılar insanı yoldan çıkarabilir. O günden sonra birçok kez yolumu değiştirdim. Hiç bilmediğim yollara, varlığından haberdar olmadığım patikalara, çıkmaz sokaklara girdim. Bazılarını adım adım ezberledim.
 
Kimi arkadaşlarımın kolundan çekiştirmeye devam ediyorum, kimisi benimle yürümekten sıkılıyor. Bazıları yoldan çıkmak istemiyorlar galiba. Neyse. Zaman zaman burada şarkılar paylaştım. [1]  [2]  [3]  [4]  [5]  [6]  [7] Yol haritası çizdim. İşgüzarlık edip bir şarkıya klip senaryosu bile yazdım. Bu arada, şarkıları arasında seçim yapmakta zorlandığım için ertelediğim müzisyenler oldu. Nasıl anlatacağımı, ne diyeceğimi bilemedim. Anouar Brahem bunlardan biri. Burada ve burada konserlerini yazmıştım.

Anouar Brahem, uda bakışımı değiştiren adam. Bu enstrümanı çalanlar arasında dinlediklerimin en iyisi. Onu öne çıkaran şey -en basit ifadeyle- melodilerindeki ve müzik anlayışındaki derinlik. Çok felsefi cümleler kurma niyetinde değilim ama başka bir cümleyle ifade edemem galiba. İlhamını nereden aldığı sorusuna "... bir yandan göğe yükselerek daha fazla yer kaplayan, diğer yandan gelişmeye ve köklerini toprağın derinliklerine gömmeye çalışan bir ağaçtan...” diye cevap veren bir müzisyen Anouar Brahem.
 
Bu tür müzikleri çoğumuz 'iş yaparken ya da ders çalışırken dinlenebilecek şarkılar' kategorisini koyuyoruz. Ben Anouar Brahem albümleri için böyle bir sınır koymuyorum. Çalışırken de dinlenebilir tabii. Bu tür dinleme hallerinde şarkılar birbirinin peşi sıra başlar, biter... Onlarca şarkı dinler, hiçbirini fark etmeyiz bile. Aklımız, yapmakta olduğumuz işimizdedir. Bazı şarkılar ise bir melodiyle, ritimle, tempo değişimiyle aklımızı çeler. Ona kulak kesilir, işi gücü unuturuz. Bizi işimizden alıkoyan şarkılar da güzeldir. Bu da ikinci kriterim.
 
Şarkılarını seçmekte zorlandığımı söylemiştim ya; albümlerini kesintisiz dinleme imkânı var. Seçim yapmaktan kurtulmuş oldum. En iyi iki albümü burada bulunsun isterim. Birinde ud, bass klarnet, bass gitar ve perküsyon var. Diğerinde ud, piyano ve akordeon. Bir saatiniz varsa; hiç fena bir yolculuk olmayabilir. Bu kadar gevezelik yeter. Bu günlük bu kadar. 

The Astounding Eyes Of Rita
(ud, bass klarnet, bass gitar, perküsyon)

 

 
Le Voyage De Sahar
(ud, piyano, akordeon)
 
 

17 Ekim 2012 Çarşamba

Safranbolu

 
Özensiz gezi bloglarına, -ne yazdığı umrumuzda olmayan gazeteler gibi- hızlı hızlı bakarak geçiyorum. Çok iyi fotoğraflar ve sağlam yazılar içerenleri ilgiyle takip ediyorum. Burası bir gezi blogu değil. Müzik blogu da değil. Edebiyat blogu da değil. İş hayatı ya da eğitim blogu da değil. Moda blogu da değil :) Herhangi özel bir alana kanalize olmuş değilim. Öyle bir niyetim de yok açıkçası. Aklıma estikçe gevezelik ediyor, bazı notlar düşüyorum.
 
Bir not daha düşeyim. Yıllar önce bir sebepten Safranbolu'ya gitmiş, sadece birkaç saat kalabilmiştim. Geçtiğimiz ay yeniden gittim. Safranbolu, UNESCO tarafından koruma altına alınan, en eski müze kentlerimizden biri. Sıkıcı olmaması için buraya uzun uzun yazmıyorum ama meraklısı varsa detaylı bilgi verebilirim. Yazı ve birkaç fotoğraf Gezgin Dergisi'nin Ekim sayısında. Diğer fotoğraflar burada.

Arasta ÇarşısıŞekerli olan benim!Ehl-i keyf
SafranboluYörük Köyü
 

11 Ekim 2012 Perşembe

+1

 
Kimseyi tanımadığım, dilini bile bilmediğim bir ülkede olmak varken, yüzlerini ezberlediğim ve aynı dili konuşup anlaşmakta zorlandığım insanların bulunduğu bir ofisteyim. Acı olmasın diye çaya üç şeker attım. Yeni yaşımda dinlediğim ilk şarkı bu olsun. Hem belki kafamda uçuşan sakaları, serçeleri bi' duyan olur! Bu kadar.
  

27 Eylül 2012 Perşembe

Toplantı raporu

Ciddi görünmeye çalışan altı kişinin bulunduğu bir toplantı odası. Katılımcıların, aynı şirkette çalışmak dışında ortak bir noktaları yok gibi. Koridorlarda karşılaştıklarında ya görmemiş gibi yapıp aceleci adımlarla geçiyorlar birbirinin yanından ya da nezaketen başlarını hafifçe eğerek ve kaşlarını istemsizce kaldırarak gözleriyle selamlaşıyorlar. Şirket koridorlarındaki koşar adım topuk seslerinin sebebi gecikmiş bir işi yetiştirme telaşı kadar, gereksiz birine yakalanmama kaygısı da olabilir.
 
Herkesin önünde çayın yanında atıştırmalık bir şeyler var. Hep söylüyorum; toplantılarda sadece çay ikram edildiyse o toplantının verimli olması beklenmemeli. Kurabiye ve toplantı verimliliği arasında bilimsel olarak ispatlanamayan, anlamsız ve doğru orantılı bir ilişki var. Bir katılımcı hiçbir ikrama dokunmuyor. Kendisini zehirleyip koltuğunu kapma planları yapıldığını düşünüyor olabilir. Makul. Onun dışında herkesin küçük pastaları bitmiş. Yuvarlak, delikli, susamlı bisküviler kalmış genellikle tabaklarda. Onların her toplantıdaki kaderi bu.
 
Normal zamanlarda birbirine zoraki selam veren katılımcılar, toplantılarda şirin görünmek ve gergin ortamı yumuşatmak adına saçma espriler yapıyorlar yine. Ortam yumuşamıyor. Onlar da şirinleşmiyorlar. Sunum sırasında, yapılan işin değerini arttırmak için araya yabancı kelimeler sıkıştırılıyor. Bir zamanlar eleştiren katılımcılar da kabullenmiş durumdalar artık bu suni değer arttırma çabalarını. Bazıları kaytarıyor. Bazıları gereğinden çok çalışıp hayatını karartıyor. Bazıları bunu fark edip çok çalışıyor olmasına rağmen muhtemel sorunları eskisi kadar kafaya takmıyor.
 
Bu arada toplantı bitti. Bu günlük bu kadar.

21 Eylül 2012 Cuma

Les carnets nus

Ders: Fransızca
Konu: Telaffuz

Sıkıcı şeyler anlatmayacağım. Sınav da yapmıyorum. Bu dersimizde şarkı dinleyeceğiz. Yalnız telaffuzlara kapılıp çelloyu dinlememezlik etmeyin! Bir de bu şarkı youtube'lar da filan yok demek isterim. Bu günlük bu kadar.

 
 
 

6 Eylül 2012 Perşembe

Kamp

Şimdiki zamanı takip etmekte zorlanıyorum galiba. Ta geçen yıldan taslak olarak bekleyen yazılar var. Daha da kötüsü zihnimin ‘taslaklar’ klasörü de dolu. Ya bir şeylerden vazgeçmem gerekiyor ya da taslak halindeki her projeyi hayata geçirmem…

Sürekli zamanı hatırlatan saatlerle, takvimlerle, ajandalarla kuşatılmış olmama rağmen kronolojiye bağlı kalamıyorum. Bir ay kadar geri gideceğim şimdi mesela. Varsayalım zaman makinesini bulmuşum! Geçtiğimiz ayki kamp için bu yazı. Çadırlı, uyku tulumlu, matlı, baltalı vs. filan gerçek bir kamptan söz ediyorum. Yalnız işin kolayına kaçıp buraya birkaç fotoğraf ekleyeceğim sadece. Yazısı ise Gezgin Dergisi’nin Eylül sayısında. Şimdilik bu kadarı yeterli olsun.
 
Bu ağaç İstanbul'da olsaydı köküne beton ya da asfalt dökülmüştü çoktan!
 

  
Fotoğrafların devamı Flickr'da.

 

30 Ağustos 2012 Perşembe

Gezgin Atölye

Atölyeden önce dergiden biraz bahsetmek gerekebilir. Bilenler şanslılar. Gezgin, gezi, fotoğraf ve kültür dergisi. Ayda bir çıkar. Eylül ayı itibariyle 67. sayısı raflarda... Uzun uzun anlatmak, gevezelik etmek yerine kendisini nasıl tanıttığına bakalım:

"Gezgin, başta ülkemiz olmak üzere dünyanın farklı coğrafyaları hakkında projeler üreten, genç ekibi ile geleceğe işaretler bırakan bir anlayışa sahip. Okurları için derinlikli bir ‘gezi evreni’ kuran Gezgin, fotoğrafın anlatım dilini bir üst dil olarak kullanarak bir albüm niteliği taşıma özelliğine de sahip. Dünyada görülecek daha çok yer var sloganı ile yoldayız."
 
 
Gezgin Dergisi, okurlarının ufkunu genişleten bir etkiye sahip. Dünya'dan ülkemize değil, Türkiye'den dünyaya bakıyor. Gezgin Fotoğraf Atölyesi'de  genç, nitelikli ve birikimli ekibiyle katılımcılarını zenginleştiriyor, onlara yeni yollar açıyor. İçtenlikle tavsiye ederim. İlgilenen arkadaşlarımıza duyurmuş olayım.
 

24 Ağustos 2012 Cuma

Özet


.. Siz bu yazıyı okurken ben çoook uzaklarda olacağım. İşi gücü unutmuş durumdayım. Burayı ihmal etme sebebim tatil değil, İstanbul'da da ilgilenememiştim. Geçen sürede epeyce çalıştım, bir hayli yoruldum. Fırsat buldukça gezdim, az uyudum. Birçok kez işe geç kaldım; ki bundan pişman değilim. (normalde pişman olabilen biriyim) Bir haftadır İstanbul dışındayım. Gittiğim yeri gezemeden bir başka yere gitmek durumunda kalıyorum. Ne gittiğim yerleri ezberleyebildim ne de fotoğraf çekebildim.
 
Telefonum son iki ayda bilmem kaçıncı kez bozuldu. Onunla ilgili -en kısa sürede hayata geçireceğim- şiddet içerikli planlarım var. Beni izlemeye devam edin! Bulunduğum yerlerde çoğu zaman internet olmuyor. Telefon da bozulunca ilkel koşullara ayak uyduruyorum. Dumanla iletişim kurmaya başladım mesela. Gece ateşini ve semaveri eksik etmiyorum.
 
Dönüşte beni bekleyen o kadar çok iş var ki, ben olsam dönmezdim! Yerimde olmak istemezdim.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Cumalıkızık


Kıyısından, köşesinden birkaç kez geçmeme rağmen Bursa’yı bilmiyordum.  Hep başka nedenlerle gittiğim için şehirde gezme imkânı bulamamıştım. Bu kez gezme amacıyla gittiğimde, garip bir şekilde ilk kez gördüğüm mekân ve caddeler çok tanıdık geldi. Birkaç saat içerisinde, soranlara yol tarif etmeye bile başlamıştım. Son andaki, ancak aksiyon filmlerinde yaşanabilecek feribota yetişme telaşını saymazsak her şey kontrol altındaydı.

Görülmesi gereken her yer bir günde gezilemeyeceğinden ve koşuşturma halinde gezmekten hoşlanmadığım için, şehir merkezini birkaç mekânla sınırladık. Sonrasında Osmanlı İmparatorluğu ile eş zamanlı olarak kurulan ve mimari yapısı günümüze kadar korunan Cumalıkızık’a  hareket ettik. Hafta sonları kahvaltıya gidenler nedeniyle kalabalık oluyormuş. Gruplar halinde gezen, dizi ve filmlerde izledikleri mekânları heyecanla birbirine anlatan insanların arasında işe yarar birkaç fotoğraf çekmeye çalıştım. Tepemizdeki güneş ve yağmura hazırlanan bulutların etkisiyle sonucun pek tatmin edici olduğunu söyleyemem. Sürekli parlak ve bembeyazdı gökyüzü. Belki de benim beceriksizliğimdir, bilemiyorum. :/ Yine de köydeki her sokağa girdim, saatlerce dolaştım.

Köyde yaşayan insanlar turizm potansiyelinin etkisiyle evlerini kafe-restoranlara çevirmişler. Çoğunlukla iki katlı olan ahşap evlerin girişinde hayat denilen bir alan var. Garip ve anlamlı bir isimlendirme olduğunu düşünmüşümdür hep. Bazı insanların hayatı sadece o alanlarla sınırlıdır. Bizim köydeki eski evlerde de bulunurdu. Bazen ahıra, bazen kümese, bazen odunluğa, bazen kilere açılan bu alanlarda, tarla ve bahçelerde üretilen ürünlerin arta kalan işleri de görülürdü. (Tütün dizilir, ceviz, mısır, fasulye ayıklanır vs.) Cumalıkızık’ta, aynı zamanda evlerin arkasındaki bahçelere açılan bu alanlar yöresel kahvaltıların ve yemeklerin sunulduğu mekânlar olarak değerlendiriliyor şimdilerde.

Köyün girişindeki meydanda yöresel ürünlerin satıldığı bir pazar var. Kadınlar, kendi ürettikleri reçelleri, hamur işlerini ve turşu çeşitlerini bu meydanda satıyorlar. Rengârenk kavanozların içlerindeki reçel ve pekmezlerin üretildikleri meyveleri hayal gücünüze bırakıyorum.

Flickr'da şimdilik birkaç fotoğraf daha var. Güncellenecek.

5 Temmuz 2012 Perşembe

Farkındalık bildirisi

Doyumsuz bir insan değilim. Çok küçükken, cebimdeki iki elmadan küçük ve nispeten az olgunlaşmış olanını önce yeyip; yine kendim için ayırdığım büyük ve kıpkırmızı elmayı o anda karşılaştığım birine vermem gerektiğinde nasip kavramının ne olduğunu fark ettim. Önce büyük ve kıpkırmızı elmayı yemediğim için pişman olsam da; sonraları yeşile, sarıya, kızıla boyanan meyve bahçelerinde geçti çocukluğum.

Hırslı bir insan değilim. Amaçladığım ve hedeflediğim üniversitelerin istediğim bölümlerini rahatlıkla kazanabilecek durumdayken, katsayı uygulamasının önümüze set gibi örülmesi sonucunda, her şeyin elimde olmadığını fark ettim. Ne kadar azimli ve hırslı olursam olayım, etkisi altında olduğum ve değiştiremeyeceğim parametrelerin varlığını fark ettim. Katsayı kavramını duyduğum her yerde, orada bir eşitsizlik ve adaletsizlik yaşandığını fark ettim. O zamana kadarki her koşulda birinci olma gayretimin, katsayı kavramının hayatımıza girmesiyle köreldiğini fark ettim. Şampiyon olmak varken, ikinci olmak -hatta kimi zaman başarısız olmamak bile- yeterli göründü gözüme. Gözü dönmüş bir hırsla çalışmak yerine, insanca çalışıp tevekkül etmenin huzurunu fark ettim.

Kontrolsüz bir insan değilim. Girmeyi hak ettiğim kapılar kilitliyse kırmadım; ama bacadan girdim. Su varacağı yere akarken hep en kısa yolu bulur, oradan akar. Ben hedeflediğim yere hak ettiğim şekilde ulaşmam engellendiği için daha uzun, dolambaçlı ve çetrefilli yolları dolanmak zorunda kaldım. Kolaylıkla sahip olabileceğim diplomalar için türlü cambazlıklar yaptım. Tüm bu eziyetlere, kendimi ispat etmek için değil, kendimi test etmek için katlandığım gerçeğini bir kez daha fark ettim.

Maalesef daha bir çok şeyin farkındayım. Sırf bu farkındalık yüzünden; emek, özen ve sabırla dizdiğim domino taşlarına, orta yerinden tekme savurma öfkesiyle taşan bir ruh halindeyim şu an. Saman alevi gibi bir öfkeye sahip olmadığım için kendimi şanssız sayıyorum. İş yerlerinin düğün salonlarından sonra, riyakarlığın ve çekememezliğin en çok yaşandığı yerler olduğunu sekizbininci kez fark ettim. Fakat çalışma hayatına girersem bu yazıyı sonlandıramam. Sınırsızca yazabilecek gevezeliğime rağmen, şu an üşengeçliğime engel olamayacağımın da farkındayım.

Yazdıklarımın ne kadar sıkıcı olduğunun farkındayım. Çoğunuzun buraya kadar okumadığının da farkındayım. Yine de -bir umut- yazdım. Umudum olmasa bahsettiğim öfkeye yenilirdim zaten. Epeydir şarkı paylaşmadığımı fark ettim. İçeriğe uygun bir Hauschka şarkısı ile bitireyim. Aslında bu şarkıyı ayrıca anlatmak gerekir ya...

1 Temmuz 2012 Pazar

İznik

Daha önce "bir tatil gününde, sabahın köründe uyandıysam; bunun için makul sebeplerim olmalı" demiş miydim? Bunu söylediysem, mükellef bir kahvaltıyla kandırılamayacağımı da eklemişimdir. O zaman bu bahsi geçiyorum.

Geçtiğimiz haftalarda bir devlet yetkilisi, İstanbul'daki mevcut trafik çilesinin -köprülerdeki bakımla birlikte- iyice keşmekeşe dönmesi nedeniyle, İstanbul'da yaşayanlardan bir şey rica etti. Aslında buna rica değil de, kontrolsüz bir zihnin ürettiği saçma sapan bir çözüm önerisi de diyebiliriz. Ben ikincisini tercih ediyorum. Birkaç gün bu öneriyle eğlendikten sonra, güzel bir ekiple İznik'e düştü yolumuz. "Madem köprüleri bozduk, şehrin vidalarını gevşettik.. Daha çok zarar vermeden gidelim bari" dedik. Bizim de memlekete bir katkımız olsun.

İznik, İznik Gölü'nün kenarına kurulmuş, zeytin ve meyve bahçeleriyle çevrili bir ilçe. Göl demişken; İznik'li iseniz, bilmeyen bir arkadaşınız geldiğinde hava atmak için göl yerine deniz olduğunu rahatlıkla söyleyebilirsiniz. Anlaması mümkün değil. Göl kenarında mükellef bir kahvaltının devamında biraz turladıktan sonra; her köşebaşında çinicilerin yer aldığı, sanatkâr bir milletin yaşadığı, dümdüz ve düzenli sokaklarını gezdik İznik'in. İlçede, sokak ve caddelere adilane bir şekilde serpiştirildikleri izlenimi edindiğim çok sayıda tarihi bina ve yapı gördük. Hepsini birkaç saat içerisinde gezebiliyorsunuz. Fakat belirttiğim gibi -birkaç istisna dışında- bu yapılar ilçeye dağılmış durumda. 
Ayasofya Camii


Kent Müzesi ve ismini hatırlayamadığım bir cami. İsim levhası bize dönük cephede olsaymış keşke :/

İstanbul kapı.
İlçenin tarihteki önemi nedeniyle korunaklı 4 kapısı varmış.
Sizi gölgemle tanıştırayım :)

Gece İstanbul'a döndüğümüzde gördük ki; trafikte bizsiz de bir şey değişmemiş. Yok yere günah keçisi olduk iyi mi?

12 Haziran 2012 Salı

Aferin bana!

Hafta içi yeterince uykusuz kalmışken, hafta sonu da erkenden uyanıp kendini yollara atarsın. Bilmem kaç kiloluk çantanı sırtında taşırsın. Yeni yeni parlayan güneşe hazırlıksız yakalanıp kollarını, enseni güneş yanığı yaparsın. Tarak kemiğindeki çatlağın ağrısını yok sayıp, bilmediğin şehirlerde kilometrelerce yürürsün. Gezdiğin yerlerde ışıkla, gölgeyle cenk edip istediğin fotoğrafı saatlerce çekmeye uğraşırsın.

Sürekli karmaşık hale gelen işlerini vaktinde bitirebilmek için mesai saatleri dışında da dokümanlar yazarsın. Gittiğin her yerde, fırsat buldukça üzerinde çalışabil diye bu dosyaları her an yanında tutarsın. Ama yedeklemezsin. Sonra hafıza kartın durduk yere bozulur. İçindekilerle birlikte duman olur.

O kadar fotoğraf çektim; pratik oldu diyelim. Belki biraz bir şeyler öğrenmişimdir. Hiç olmazsa gezmiş oldum. İyi de o kadar dosya, doküman ne olacak? Puff!

Elimde kalanlardan.



8 Haziran 2012 Cuma

Bulmaca

Büfenin önündeki raflardan aldığı ve kaçak bakışlarla sayfalarını kontrol ettiği gazetenin parasını uzatırken büfeciyle göz göze geldi genç adam. Günün yorgunluğuyla ağır aksak hareket eden büfeci, gecenin bu saatinde gazete alan adamı tepeden tırnağa süzdü, yüzünü ekşitti. Saat 12’yi geçmişti ve bu saatte gazete alan olmazdı. Dedektiflere has şüpheci bir tavırla, düne ait gazeteyi neden aldığını sordu adama. Artık eskimişti gazeteler ve birkaç saat sonra iade edilecekti. Güven vermeye çalışan bir tavırla ve hafifçe de gülümseyerek "iş ilanlarına bakacağım" dedi adam. Daha önce düşünülmemesine rağmen iş görebilecek bir yalandı bu. Parasını ödedikten sonra gazeteyi çantasına sıkıştırdı. Hiç gazete almamış gibiydi şimdi. Bulunduğu sokaktan evine gidene kadar, elinden geldiğince sessiz adımlarla yürüyerek dikkat çekmemeye çalıştı. Birkaç yerde gördüğü polislere yakalanmamak için yolunu değiştirdi, fark edilmeyeceği karanlık kaldırımları tercih etti.  Evine vardığında saat 1’i geçmişti.

Bir telaşla çantasından çıkardığı gazetenin sayfalarını sabırsız hamlelerle çevirdi. Bulmaca sayfasının yerini ezberlemişti. Diğer sayfaları kenara atıp, bulmaca sayfasını özenle salonun ortasındaki masaya serdi. Ortasında ünlü isimlerin fotoğraflarının bulunduğu tam sayfa çengel bulmacayı çözmeye koyuldu.

* * *
Hava aydınlanmadan kapıdaki gümbürtüyle uyandı. Kapıdakilerin, koçbaşıyla sur kapılarını yıkmaya çalışan düşman ordusu olduklarına yemin edebilirdi. Yatağın üzerinde kıpırdamadan, sessizce bekleyerek evde olmadığı izlenimi vermeye çalıştı önce bir süre. 

-          Aç kapıyı, Polis! Evde olduğunu biliyoruz. Efendi gibi açmazsan kapıyı da kırarız, kafanı da kırarız.
Korktu. Bu korkuya rağmen, dışarıdan gelen çağrının netliği kapıyı açıp açmamak konusundaki tereddütünü sonlandırdı. Yavaşça açtı.

-          Niye vaktinde açmıyorsun?
-          Ben bir şey yapmadım.
-          Ne yaptığını sormadık sana.
-          Bir şey yapmadım diyorum, gerçekten...
-          Yürü hadi! Merkezde anlatırsın.
-          Pijamalarla mı geleceğim?
-          Kes şaklabanlığı. Üstünü giy hemen!
O giyinirken, polisler evi yoklayıp salonun ortasında bulmaca sayfası açık unutulan gazeteyi buldular. Gazeteyi de aldıklarını görünce korkusu katlandı adamın.
* * *
Emniyetteki sorgusu uzun sürmedi. Hemen çıkarıldığı mahkemede Hakim sormaya başladı:

    -         Yaptığının suç olduğunu bilmiyor musun? Daha önce de kaç kez yakalanmışsın. Sicilin sabıkalarla dolu.
-          Ben bir şey yapmadım.
-          Bırak bana martaval okumayı. Hakkında şikayetler var.
-          Nasıl şikayet?
-          Ne yaptığını sen bilmiyor musun?
-          Ben bir şey yapma…
-         Hala yalan söylüyorsun. Dün okul kantininde bulduğun gazetenin çengel bulmacasındaki ünlü fotoğraflarına sakal, bıyık çizmişsin.
-          Ben yapmadım. Hem başkasının gazetesine nasıl çizeyim?
-          Çocuk çay kuyruğundayken seni masasında görenler var.
-          Ben dün hep dersteydim, kantine hiç gitmedim.
-          Mahalledeki kahvehanede yaptığın ne olacak?
-          Ben bir şey yapmadım Hakim Bey.
-         Yalan konuşma, fena yaparım. Ahmet Efendi spor sayfasını okurken, gazetesindeki bulmacanın ünlü fotoğraflarını da sen çizmişsin. Yan masada okey oynayanlar görmüş. O değil; fotoğraftaki ünlüyü başka birine benzetmişsin bir de. Zavallı adam çözdüğü bulmacayı hediye çekilişine göndermiş. Yazdığı ünlü ismi yanlış olunca, senin yüzünden kaybetmiş.
-          Ben çizmedim.
-         Oğlum bak; efendi gibi itiraf et de beni daha çok sinirlendirme. Gazeteyi aldığın büfeci senin pek sağlam ayakkabıya benzemediğini söyledi. Gece gece gazete alıyormuşsun. Polis de evinde ünlü fotoğrafları karalanmış bulmacalar bulmuş. Erkek, kadın ayırmadan kafana göre saç, sakal, bıyık, küpe çizmişsin hepsine.
-         Annem, "eve gelirken ekmek al" demişti. Bakkal da aldığım ekmeği gazeteye sarmıştı. Ekmeği masaya koyduğumu hatırlıyorum. Gazete de öyle kalmıştır masada. Bakkal ekmeği sarmadan önce başkası çözmüştür bulmacayı.
-         Sadece bunlar değil ki… Annenin, dolaptaki cam eşyaların altına serdiği gazetelerde de aynı bulmacalardan varmış, saksıların altındakilerde de... Hepsinin ünlü fotoğraflarına sakal, bıyık çizilmiş. Kriminal laboratuvarda deliller incelendi. Çizimlerin sana ait olduğu kesinleşti. Suçun tespit edildi. Pişmanım dersen cezan biraz düşer.
-          … (Sessizlik)
-          Bir daha yapacak mısın?
-          … (Sessizlik)
-          Kime diyorum oğlum? Cevap vermezsen yakacağım çıranı.
-          Pişmanım, bir daha yapmayacağım.
-          Ne zamandır bulmaca çözüyorsun?
-          Bulmaca çözmem ben. En son lisedeyken çözerdim, sonra bıraktım.
-          Neden bıraktın?
-          Başkalarının ürettiği suni sorunları çözmemin kimseye bir faydası olmadığını fark ettim. Çözmem gereken gerçek problemler var zaten.
-          Bırak bu beylik laflarını. Bulmacaların hiçbiri çözülmemiş. Neden insan gibi çözmeyip sadece bulmacalardaki ünlü fotoğraflarına sakal, bıyık çiziyorsun? Anarşist misin sen?
-         Dedim ya; bulmaca çözmeyi sevmem ben. Çizmeyi, boyamayı severim. Ayrıca o ünlü dediklerinizin çoğunu da tanımıyorum.
-          Yaptığının suç olduğunu bilmiyor musun?
-          Biliyorum, pişmanım.
-          Bak burası hukuk devleti. Anayasa var, kanunlar var, adalet var... Kimsenin yaptığı yanına kâr kalmaz. Unutma bunu.
-          … (Sessizlik)
-         Yaz kızım; Gereği düşünüldü: Eldeki deliller incelendi. Şahitler dinlendi. Zanlının, Anayasanın 73. maddesindeki “Gazetelerdeki bulmacalar amacı dışında kullanılamaz” yasağının ihlali; aynı zamanda, Bulmaca Kanununun 11. maddesindeki “Gazetelerin bulmaca sayfalarındaki ünlü fotoğraflarına, saç, sakal, bıyık vs. çizilemez” kuralının ihlali nedeniyle 18 ay hapse mahkum edilmesine; tutuklu bulunduğu süredeki iyi hali göz önünde bulundurularak -ve aynı suçları bir daha işlemeyeceği kanaati oluştuğundan- cezasının 12 aya düşürülmesine; ayrıca suça teşvikinin engellenmesi ve rehabilite olması amacıyla da, 3 yıl boyunca gazete okumasının yasaklanmasına karar verildi.
* * *
Adliye koridorlarında, Jandarmalar eşliğinde yürürken bitkin görünüyordu. İnsana acziyetini hissettiren yüksek tavanlı ve görkemli binadan çıkarken gözü kapıdaki güvenlik memurunun elindeki gazeteye ilişti. Saniye geçmeden, kolundaki Jandarmanın sırtına indirdiği yumrukla kendine geldi. Başını eğdi ve yürümeye devam etti.

22 Mayıs 2012 Salı

Macahel

Geçtiğimiz yaz, yıllardır aklımdaki coğrafyaya gitmiş ve zihnimdeki belirsizliklere büyük ölçüde son vermiştim. 6-7 nesil önceden dedelerimizin terk etmek durumunda kaldıkları; ara nesillerdeki dedelerimizin de gidip görmediği, ama büyüklerinden duydukları kadarıyla bize anlattıkları köylerde uyumuş, sabah etmiş, yollarında yürümüş, patikalarında kaybolmuş, insanlarıyla sohbet etmiştim.

Macahel'den bahsediyorum. O zaman çok sayıda insan, hikaye ve fotoğraf biriktirdim. Geldiğimde merak edenlere anlattım. Kimi can kulağıyla dinledi. "Ne işin vardı dağlarda, denize gitseydin ya.." diyenlere de hafiften alaycı bir tavırla gülümsedim. Herkesle konuşmadım, geçiştirdim. Fotoğraflara bakıp vadide kendi kendime gezindim. Bu yerleri neden doğru düzgün çekememişim diye düşündüm. Kendime kızdım; "ya bu makinenin hakkını ver ya da makineyi başkasına ver" dedim. Her defasında özenle yerleştirdiğim çantadan çıkardım makinemi. Huyunu suyunu daha iyi öğrenmek için daha çok vakit ayırdım. Kendimi, Macahel'e bir daha gittiğimde makinemin canını çıkarmam gerektiğine inandırdım. Bu arada; dikkat ederseniz, bir daha gitmek için sebep de bulmuş oldum. Bu yaz olmayabilir, emin değilim. Belki olabilir de..

İlk paragrafta bağlantılarını paylaştığım yazılarda kısmen bahsetmiştim. Macahel, Gürcistan-Türkiye sınırında 18 köyün yerleşik olduğu bir vadi. Köylerden 6'sı Türkiye, 12'si Gürcistan tarafında. Bu arada Macahel vadisi, UNESCO'nun Türkiye'de biyosfer rezerv alanı olarak kabul ettiği ve koruduğu tek bölge. Türkiye'nin başka bölgelerinde bulunmayan binlerce çiçek ve bitki çeşidi yaşıyor. Bu nedenle doğal arıcılık gelişmiş durumda. Bal, organik olması amacıyla 20, 30 mt yükseklikteki ağaçlarda kara kovan sistemiyle üretiliyor. Ayrıca -üzgünüm ama- çoğumuzun marketlerden aldığı sarı sıvılar bal değil :) Macahel'de yediğim bal genzimi yakacak bir tad ve aromaya sahipti. Bu etkisini azaltmak için kaymakla yemek zorunda kaldım. :)

Yukarıdaki fotoğrafta vadinin başlangıcı olan Beyazsu ve Gorgit Yaylaları görünmekte. Yaylaların zirvelerinden itibaren vadi başlıyor. Dere içinde görünen köy Efeler (Eprat). Fotoğrafın sola alt kısmında görünen yapılar ise Fehmi abinin konakladığım pansiyonu. Birkaç sabah bu vadiye karşı uyandım.

Bu fotoğrafta ise vadinin diğer tarafı görünmekte. Yani Gürcistan tarafı. Alt kısımda Kayalar Köyü'nün bir mahallesi var. Hemen sonrasında da sınır.. Uzakta görünen köy Gürcistan tarafında. Sınır kavramına başka zaman detaylıca değinmek istiyorum.

Tamamı olmasa da; Flickr'da başka fotoğraflar da var.

30 Nisan 2012 Pazartesi

Çubuk Gölü

Öğrenciliğimin bir kısmı Bolu'da geçti. Şehrin sokaklarını avucumun içi gibi bilirim. Ana caddedeki kaldırım taşlarının sayısı ve dükkanların sırası da dahil. Yedigöller, Gölcük, Aladağlar, Kartalkaya ve hep abartıldığını düşündüğüm Abant'a vs.. gittim ama Göynük tarafına gitmemiştim. Bir önceki yazıda değindiğim gibi güzel bir ilçeymiş. Öğleden sonra yarım saat kadar uzağındaki Çubuk Gölü'ne gittik.

Bir film çekimi için göl kenarında sembolik yel değirmenleri yapılmış. Üstünkörü inşa edildiği için çarklar kırılmış, binalar yıpranmış. Etraftaki çitler de çoğunlukla yıkılmış. Hepsinden önemlisi turizme açık alanda su yok. Ateşi bulduk, tekerleği bulduk (şaka değil, at arabası tekerleği) ama suyu bulamadık. Ama biz de kaçın kurasıyız; hemen ilkel şartlara ayak uydurduk. Gölün karşı kıyısındaki köyden aldık suyumuzu. (son fotoğraftaki köy) Sonrasında yiyecekler, semaver filan var ama onlardan bahsetmeyeceğim. Şunu bilseniz yeter; öyle böyle değil, deli gibi semaver yakarım.

Zoraki olarak bir araya gelmiş bir grupla değil; birlikte eğlenebilen kafa dengi insanlarla biraz oksijen depoladık. Birkaç fotoğrafla bitirelim.
Flickr'da başka fotoğraflar da var.

26 Nisan 2012 Perşembe

Göynük

Sokaklarda gezerken, karşımda bir insan gördüğüm an makinemi aşağı indirdim. Kendilerini çektiğimi düşünmelerini istemedim. Mümkün mertebe iletişim gayretinde de olmadım. Orada yaşayan insanları rahatsız etmekten kaçınma kaygılarıma rağmen, aramızda beş metre varken bile selam verip "hoşgeldiniz" dediler.

Önünden geçtiğim hediyelik eşya satan bir dükkan sahibi, kapıya çıkarak ilgilenmeye başladı. "Herhalde bir şeyler satmaya çalışacak" dedim içimden. Öylece gezdiğimi söylediğimde; "şurada bilmem kaç yıllık bir bina var, şurada çınar ağacı var, görmeden gitmeyin" diye gönüllü rehberlik etti. Onu diğer esnaflar takip etti. Evinin önünden geçtiğimiz teyzeler de, aynı sıcakkanlılıkla bir şeyler ikram etmek istediler. İlçelerine gelenleri hemen fark edip, üzerlerindeki 'yabancılığı' yok etme girişimlerinde bulundular hep. Başarılı da oldular. Birkaç saatte Göynük'lü olduk. :)

23 Nisan 2012 Pazartesi

Taraklı

Bir tatil gününde, sabahın köründe uyandıysam; bunun için makul sebeplerim olmalı. Mükellef bir kahvaltı yetmeyebilir mesela. Beni yemekle kandıramazsınız. Ama gezmeye gelirim. Fizan'a kadar ya da Lozan'a kadar gidebilirim.

Dün Taraklı, Göynük, Çubuk Gölü'ndeydik. Taraklı, Sakarya'nın küçük bir ilçesi. (ttnet'in Şener Şen'li reklamındaki köy) İlçelerine gelenleri müşteri gibi değil, misafir gibi ağırlayan insanların yaşadığı bir ilçe. Fotoğraflar Taraklı'dan..


Zaman her şeyin ilacı değildir. Yıkıcı da olabilir.

15 Nisan 2012 Pazar

Hissiyat

Buraya bir şeyler yazacak, birkaç küçük not düşecektim. Hep başka yerlere yazdım. Başka yerlere önemli maddeler sıraladım. Aradan yine zaman geçti.

Uzun uzun yazmak, gevezeliğin bir başka türü müdür? Bundan emin değilim. Derdimi kısa cümlelerle anlatabilmek isterdim. Böyle yaptığımda yanlış anlaşılma endişesi duyuyor ve anlattıklarımı gerekçelendirme ihtiyacı hissediyorum. Sonra da yazı uzuyor. Bildiğin gibi değil; uzadıkça uzuyor. Bu sayfanın tapulu sahibi olmama rağmen, düşündüklerimin ne kadarını buraya yazacağımdan emin olamayabiliyorum bazen. Başka bir yere de not düşmüştüm, kendimi tekrar edeceğim: Sanırım kurumsal yazışmalar insanı standartlaştırıyor. Bu yüzden yazdığım çoğu şeyde gereksiz ve sıkıcı bir resmiyet var. Bak yine öyle oldu.

Uzun yazmayayım derken yazıyı uzatıyorum. İflah olmaz klavye tiryakiliği benimkisi. Şu yazının devamını yazacaktım, üzerinden 2 hafta geçmiş. Başka bir şey yazmayayım, birkaç fotoğraf ekleyeyim, rahatsızlık vermeyeyim.



Devamı Flickr'da.