Mustafa Onat's items Go to Must.'s photostream

14 Aralık 2011 Çarşamba

Anahtar paspasın altında


Apartman dairelerinde pek mümkün değil, fakat müstakil evlerde böyle bir durum var. Anahtar genelde paspasın altındadır. Büyük şehirler bu genellemenin dışında kalabilir belki. Evin ya da apartman dairesinin kapısının önünden tanımadığınız çok sayıda insan geçer. Küçük şehirlerde ise garip bir rahatlık var ev sahiplerinde. Özellikle hanımlar kapıyı kilitler ve anahtarı paspasın altına bırakır. Yazın fark ettim; annem hala böyle yapıyor. Bir tek, bazen daha güvenli olsun diye kapıdan iki metre kadar uzaklıktaki ayakkabı dolabına koymaya başlamış. Anahtarın saklanabileceği iki alternatif yer olunca güvenlik pekiştirilmiş oluyor.

Yukarıdaki köpek 3-5 yıldır aynı sokakta. Yanında arkadaşları da var. 5-6 köpekten oluşan miskin mi miskin bir çetenin üyeleri.. Hep uyumaktalar. Dünya yansa umurlarında olmayacak tipler. O sokağa gidip, en azından bir tanesini görmeden geçtiğimi hatırlamıyorum. Öyle de bağlılar sokaklarına. Hepsinin fotoğrafları var ama deşifre etmeyeyim şimdi burada. Kapıyı açabilecek olan var mı?

Bu arada iki buçuk yıl önce bu fotoğrafın benzerini paylaşmışım. Blogun ilk günüymüş aynı zamanda. Uzun bir dönem, hiç vakit ayırmamışım; onu da fark ettim. O proje senin, bu sunum benim dirsek çürütmekteydim. 

2 Aralık 2011 Cuma

Tekdüze

Akşam haberleri, maç muhabbeti, yemek tarifleri, sabah mahmurluğu, Pazartesi sendromu, vize/final haftaları, halı saha maçları, ofis gürültüsü, Pazar kahvaltıları, metrodaki/otobüsteki tanıdık yüzler, farkında olmadan izlediğimiz reklamlar, kulağımızdan eksik etmediğimiz şarkılar, elimizden düşmeyen telefonlar, çalması beklenen telefonlar, çalmasın diye kapatılan telefonlar, bitirilemeyen kitaplar, sinema biletleri, sınav kağıdının kenarına çizilen karamsar şekiller, renkli kalemler (sadece stabilo kalemler), hafta sonu gezileri, hayat telaşı, ıhlamur kokusu, sabah ezanı, Cumartesi rahatlığı, sabah kahvesi, çocuk neşesi, trafik çilesi, vapur sesi, kar beklentisi, si, si, si.. Ezberlenmiş bir hayatı yaşıyoruz.

Rutin işlerden ve monotonluktan sıkılır insan. Daha renkli bir yaşam hayal eder, bunun için çabalar. Ama bu kaygılarını unutur çoğu zaman ve -farkında olmadan- sıradan olanı yaşamaya devam eder. Bu durumun şarkısı olsa, aşağıda paylaştığım gibi olurdu. Aynı tempo, aynı melodi, değişiklik göstermeyen, kendini tekrarlayan, "bitti galiba" dendiğinde bitmeyen, tekdüze bir şarkı. Tarif sıkıcı gelebilir ama şarkı öyle değil.


Daha önce paylaştıklarım:
Zayak
Dashti
Història curta d'un vent

30 Kasım 2011 Çarşamba

Of-is

En az altı ayda bitirilebilecek projeyi iki ayda tamamlamaya çalışıyoruz. Çünkü -amiyane tabirle- psikopatız. Daha efendi ve kurumsal bir tabirle, zamanı iyi yönetemiyoruz. Hangisini kabul ederseniz.. (Bu arada; zaman yönetimi kavramı, fazla iddialı ve ütopik değil mi?) Yaz boyunca saz çalıp eğlenen ağustos böceğinin, kışa doğru düştüğü telaşlı duruma yakın halimiz. Olan, etrafımızda didinip duran, az sayıdaki çalışkan karıncalara oluyor.

Kişisel işlerimi ertelemek konusunda yüksek ihtisas yapmış olmam, şirketin aynı tavrını sorgulamama engel değil. İlk anda olmasa bile, işlerimi yapıyorum ben ve muhtelif gecikmelerden kimse olumsuz etkilenmiyor. İş yerinde ise her ertelemeden ve zamanı düzgün planlayamamaktan olumsuz etkilenen çok sayıda çalışan ve başka faktörler var. Birbirini etkileyen bu faktörler bir araya gelmiş, ortak bir sonuca ulaşmaya çalışıyoruz.

Farklı departmanlarda çalışıp birbiriyle iş ilişkisi olmayan ya da aynı departmanda çalışıp birbiriyle sadece iş ilişkisi olan insanlar geçici bir süre, belli konularda birlikte çalışmak zorunda. Ofiste birbirine selam bile vermeyenler, toplantılarda yerli yersiz esprilerle sıkıcı ortama (ya da kendilerine) şirinlik katmaya çalışıyor. Zoraki gülümsemeler, ilgiliymiş gibi görünen ama konuyla ilgisiz, saçma sorular soran çok bilmişler ve onların kendini pazarlama girişimleri.. Toplantıların en tanıdık ritüelleri zaten bunlar. Bir de kurabiyeler.. Bir iş toplantısında, çayın yanında atıştırmalık bir şeyler yoksa, o toplantı teknik olarak eksiktir ve verimli olması beklenmemelidir. Sanırım etkili bir son oldu bu.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Kısa film niyetine..

Müzik güzel. Klip müthiş.
Kısa film niyetine..



İlgilenenler için; daha önce şurada Hauschka'dan biraz bahsetmiştim.
Filmin yönetmeni de Jeff Desom imiş.

13 Kasım 2011 Pazar

Fiyasko!


Kitaba da, diziye de lafım yok. Film ise tek kelimeyle fiyasko. Filmin başında seri katili -deşifre bile etmeyip- açıkça gösteren, izleyiciyi şaşırtmayı bırakın, ters köşe yapma gayreti bile göstermeyen bir film nasıl polisiye olabilir? Bana kalırsa senaryoda ağırlık Emrah Serbes’ten Serdar Akar’a kaymış. Her şey aceleye getirilmiş. Diziyi çekerken film için çekilen sahneler, yerli yersiz filme eklenmiş. Şevket’in kardeşini psikologa gitme konusunda ikna ettiği sahne olmadan da Behzat’ın psikolojisinin bozuk olduğu anlaşılıyor. Bunun gibi; dizide yer alan ama filme katkısı olmayan karakterleri göstermek için eklenen sahneler filmi bölmüş. Zaten sağlam bir kurgu yok, iyice parçalanmış hikaye.

Başta Afili Filintaların birkaç üyesi olmak üzere, film için olumlu görüş bildiren birçok kişi ve yazarın, bir kısmının samimi olduklarını düşünmüyorum. Dizi ve kitabın referansına saygım var. Fakat bunların dışında sağlam bir pazarlama kandırmacasıyla karşı karşıya kaldığımızı düşünüyorum. Onlar yazmasa da gidecektik. Ama onlar doğrusunu yazmalıydı.

Basit bir orantı hesabına göre, iki saatin (süre olarak) bir ömürde pek bir değeri yok. Fakat sadece oturup bir şey izleyeceksem iki saat uzun bir süre benim için. Yazık oldu.

Daha detaylı eleştiri yazısı, şurada okunabilir.

3 Kasım 2011 Perşembe

Çocukları pistten uzak tutun!


Çocukluğumdan beri sporun neredeyse her türünü izlerim. Küçük yaşlardan itibaren spor müsabakalarını takip ediyor olmam, zaman zaman evde küçük sorunlara neden olurdu. Mesela F1’i sıkı takip ettiğim yıllarda, F1 araçlarının gürültülü motor seslerinden rahatsız olan annem “şu yarışlar yüzünden hafta sonlarının gelmesini istemiyorum” derdi. Nasıl bıktırmışsam artık.. Bununla birlikte ister istemez kimi sporlara kendisi de ilgi duymaya başladı sonra. Hatta iş öyle bir noktaya geldi ki; bazen annemin futbol bilgisinin kardeşimden daha çok olduğunu düşünmüyor değilim.

Bazı spor türlerini vakit geçirmek için izlerken bazıları için özellikle vaktimi ayırırım. Tenis ikinci kategoriye giriyor. Bu keyfi yerinde yaşamak için geçtiğimiz Pazar WTA finalindeydim. Dünyanın en iyi sporcularını yakından izledim. Televizyonda fark edemediğimiz kimi detayları canlı canlı izlemek güzeldi. Bazı aksaklıkları saymazsak oldukça eğlenceli bir gündü. Ama saymazsak; ben sayacağım.

Ülkemizde 'kahve içmezse ölecek hastalığı'na yakalanan kadınlar var. Allah onlara acil şifalar versin. Maçlar boyunca ellerindeki karton kahve bardaklarıyla önümüzden geçip durdular. Set aralarını geçtim, oyun aralarındaki 1-2 dakikalık molalarda bile yerlerinde duramadı hanımlar. Bir insan, sadece bir saatliğine oturduğu yerde nasıl duramaz, benim aklım almıyor.

İkinci sıkıntı ise salonu panayır alanına çeviren çocuklar. Bilirsiniz düğün salonlarında da çok var onlardan. “Çocukları pistten uzak tutun” anonsları yapılır sürekli. Ama çocuklar yine de salonda fink atar. Orada beni rahatsız etmez bu. Çünkü oradan oraya koşturan çocuklara varıncaya kadar onlarca rahatsızlık veren şey var düğün salonlarında. Baştan aşağıya sıkıntı. Bu konuya girmeyeyim. Şunu ekleyeyim sadece; düğünlerde kendilerini kaybeden çocuklar, o yapay ve saçma atmosfere zarar vererek iyi bile yapıyorlar. Ama spor salonunda olmuyor işte.. Ellerinde organizasyon sponsoru şirketlerin promosyon ürünleriyle koşturup durdular. Çoğu zaman peşlerindeki kocaman (fiziksel olarak) adamlar da onlara eşlik etti. “Çocukla çocuk olmak” iyidir; kabul ama insanların maç izlemek için geldiği spor salonlarında çocukla çocuk olunmaz. Birazcık efendi olur insan!

17 Ekim 2011 Pazartesi

Fırsat maliyeti

Fırsat maliyeti diye bir gerçeğin varlığından haberdar olmasaydım, -belki- bu kadar kararsız olmayabilirdim. Hatırladığım kadarıyla, çocukluğumda herhangi bir konuda seçim yapmak bu kadar zor değildi benim için. Hem önemli kararlar almıyordum hem de bu tür şeyler üzerine kafa yoracak kadar büyümemiştim.

Zaman geçti. Üniversitede fırsat maliyeti (alternatif maliyet) kavramı ile tanıştım. İşletme, iktisat vs. fakültelerinde okutulan ders ve konular, çoğumuz için kimi zaman pek bir şey ifade etmeyebilir. Ya da sıkıcı gelebilir en azından. Fakat bazı kavramlar ders kitaplarında sıkışıp kalmaz, hayatımıza girer. Fırsat maliyeti de öyle bir şey işte. Literatürdeki tanımına detaylıca girmeyeceğim. En basit haliyle fırsat maliyeti; vazgeçtiğimiz seçeneğin muhtemel getirisidir. Yani seçmediğimiz her alternatif için bir bedel ödüyoruz. Bu noktadan yola çıkarsak; yaptığımız her seçim ya da aldığımız her kararın bize sağlayacağı fayda, seçmediğimiz alternatif durumun, onu seçmiş olmamız durumunda bize sağlayabileceği muhtemel faydadan az ise yanlış karar vermişiz demektir. Biraz karmaşık gelebilir ama öyle değil.

Birçok parametreye endeksli kişisel kısıtlar nedeniyle, karar alma süreci zaten ağır işleyen bir bireyken; fırsat maliyeti diye bir kavramın varlığından haberdar olduğumda başıma geleni siz düşünün. Yok yok, neyseki beklediğim gibi olmadı. İlk başlarda, her seçenek üstüne biraz daha çok kafa yordum sadece. Bir süre sonra benzer durumlarda, daha önce verdiğim kararları tekrarlamaya başladım. Yani kişisel bir ezber oluşturdum. Zaman kaybettiğimin farkına vardığım andan itibaren, doğruluğundan emin olduğum seçimler için yeniden düşünme ihtiyacı hissetmeden -karar verme sürecini atlayarak- uygulama aşamasına geçtim. Bu kişisel ezber durumu, kendini tekrarlamak gibi algılansa da, insan hayatını kolaylaştıran bir şey aslında. Her defasında sizi pişman eden bir mekandan bir daha alışveriş yapmazsınız. Canınız köfte istediğinde, köfteyi çiğ bırakmayan, istediğiniz gibi pişiren mekana gidersiniz. Fakat dediğim gibi bu kolaylık sadece sıklıkla yapılan seçimler için geçerli. Daha önce karşılaşmadığınız bir durum için seçim yapmanız gerektiğinde fırsat maliyeti kavramı bir kez daha kararsızlığınıza zirve yaptırabiliyor.

Bu yazıyı yazmak için harcadığım sürede, biraz dergi karıştırsam daha mı iyi olurdu acaba? Ya da önümdeki raporlara göz atabilirdim pekala!

14 Ekim 2011 Cuma

İstanbul sahipsiz!


Şu anda camdan dışarı baktığımda sadece beton yığını görüyorum. Bu şehirde yaşayan insanların barınma ve ulaşım gibi temel ihtiyaçları şehre bu kadar zarar vermeden giderilebilirdi. Bu bir olasılık değil, zorunluluk olmalıydı. Ama bunun için şehrin, medeniyet ve estetik gibi kaygıları olan, ehil kimselerce yönetilmesi gerekirdi. Geldiğimiz noktada İstanbul’un hem alt yapısı hem de üst yapısı maalesef acınacak durumda.

Ziyaret ettiğimiz, varlığından mutlu olduğumuz, övündüğümüz ve koruma altına aldığımız bölgelerin hiçbiri yakın tarihimizde inşa edilmemiş. Yeni olan her şey, içinde sorun barındırıyor. Eski mirası korumak için yeterince gayret gösterilmiyor. Ben bu konuda sayfalar dolusu yazabilirim ama bu yazdıklarım yeterince sıkıcı zaten. Daha fazla uzatmayayım. Bu linkte hepsi ve fazlası var.

11 Ekim 2011 Salı

Onbirekim.


Onbirekim.
Sekizsekizbuçukyadaengeçdokuz.
Birtelaşolmalıevde?

***

Yine bir 11 Ekim sabahı.
Bu sefer telaşa gerek yok. Oradan oraya koşuşturmayın.
Her şey kontrol altında.

2 Ekim 2011 Pazar

Hava aldık..

Evet; hem gerçek anlamda hem de mecazi anlamda hava aldık. Ama boğaz havası. Tesellimiz de bu oldu. Daha önceki performanslarımız şirket koridorlarında suni bir beklenti oluştursa da, bu sefer palamutlar bize oyun oynadı. Daha önce de bahsetmiştim;  ne doğru dürüst balık yerim ne de balıktan anlarım. Ama "bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp" der büyükler.

Bugün öğrendiklerime gelirsek; palamutlar genelde sürü halinde gezerlermiş. Biz Sarıyer'den Anadolukavağı'na kadar sürekli gezindik. Amaç palamutlara rastlamak. Fakat boğazda bile ağ ile avlanan balıkçılar yüzünden işler kesat gitti. Bizim dışımızda 40-50 civarında tekne de çoğunlukla boş döndü bugün. (Öğlene kadar sadece 3-5 tane tutanlar oldu) Koca boğazda dönüp durduk. Yeterince vakit kaybedince de palamuttan vazgeçip istavrite döndük. Oradaki performansımız fena değildi. Eli boş dönmedik iskeleye. Kaptanımızın dediği gibi, "balık sabır işi."

Sabah güneş doğmadan denizdeydik. Kahvaltımızı denizde yaptık. Muhabbet de güzeldi. Başta da söylediğim gibi yazdan kalma bir günde boğaz havası aldık. Av beklediğimiz gibi geçmese de, en azından tekneden kıyıdaki İsmail abi'ye el salladık..





Flickr'da daha fazla fotoğraf var.

18 Eylül 2011 Pazar

Sahaf Festivali'nden..


Bu yıl beşincisi düzenlenen ve bugün bitmesi planlanan 5. Beyoğlu Sahaf Festivali 25 Eylül 2011 tarihine kadar uzatılmış. Biz dün oradaydık. Geçtiğimiz yıllarda Taksim Gezi Parkındaydı bu festival. Bu yıl TRT'nin Tarlabaşı'ndaki binasının yanındaki otoparkta düzenleniyor. Sadece sahaflardaki kitaplara ve diğer ürünlere bakarsanız sorun yok ama kafanızı kaldırdığınızda çirkin TRT binasını, sağa sola baktığınızda ise yerdeki otopark çizgilerini görüyorsunuz. Genel anlamda büyük fark olmamasına rağmen organizasyonun Gezi Parkındaki halini daha çok sevdiğimi söyleyeyim.

Dün öğleden sonra, 3-4 saatim orada geçti. 3 tane eskimiş, 2 tane yeni kitap aldım. Yeni kitap almamın nedeni yazarların imza etkinliği idi. Murat Menteş ve Emrah Serbes'in orada olacaklarını bilsem, askerde komutanların "okunmasında sakınca yoktur" notuyla imzaladıkları evdeki kitaplarını da oraya götürürdüm. "Sizin dışınızda herkes imzaladı, siz de imzalayın vs." diye.. Murat Menteş hazırlık aşamasındaki üçüncü romanının okunmasında sakınca olabileceğini de belirtti. Merakımız daha da arttı. (:

Demiryollar Mecmuası - 1932, 1933
  
     

Murat Menteş kitaplarını imzalıyor.


 Daha fazla fotoğraf burada.

13 Eylül 2011 Salı

Bunlar yenir ki!



Elma, incir, şeftali, nar, armut, karpuz, erik, böğürtlen... Tatilde dalından koparıp yediğim meyvelerden ilk aklıma gelenler bunlar. Bir bu kadarını da unutmuş olabilirim. Diğerleri için kanıtım yok ama böğürtlenler burada. Daha fazlası da burada. Arz ederim.



7 Eylül 2011 Çarşamba

Pazarlamacı İskender

Her yazar, kitaplarının daha çok insan tarafından okunmasını ister. Bu anlamda kitapların bir ölçüde popülerleşmesini -ve biraz da ticarileşmesini- eleştirmek doğru olmaz. Fakat Doğan Kitap'la birlikte Elif Şafak kitaplarındaki ticari kaygının, edebiyat çabasının önüne geçtiğini düşünüyorum. Sadece bu kitap kapağındaki görsel bile bunu düşünmek için yeterli bir neden. Yazara röportajlarda kitabın içeriğinden çok kapağındaki fotoğraf soruluyor. "Neden kendi fotoğrafınızı kapağa koydunuz? Neden erkek kıyafetleri giydiniz? Fotoğrafla ne anlatmak istiyorsunuz? vs..” Tüm bunlar en başından planlanmış gibi. Bir yuvarlak masanın etrafında oturup pazarlama karmasının tüm bileşenlerini hesaplamışlar gibi..


Kitap, yazarıyla, içeriğiyle, kapağıyla bir bütündür kabul ama içerikten önce kapağa odaklanıyor bir kısım okur. Hedef şaşırtılıyor. Ben de negatif anlamda hedefimi şaşırıyorum ve İskender yerine elim raftaki bir başka kitaba yöneliyor. Edebiyat dünyasından birilerinin ünlü olması güzel ama; yazarların kendi kitaplarını markette satılan herhangi bir ürün gibi görmeleri ve bu kaygıyla gerçekleştirdikleri tüm pazarlama faaliyetleri o kadar güzel değil. Almadım kitabı. İçimden gelmedi. Başka zaman alır mıyım bilmiyorum.

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Hauschka

Evinde piyano olan insan, efendi efendi piyanosunu çalar değil mi? Üstü tozlandığında siler. Çizilmesin diye dikkat eder. Hatta kimisi dantel örtüler örter filan.. Neyse, Hauschka (Volker Bertelmann) öyle yapmıyor. Piyanosunun kapağı açık. Bildiğimiz beyaz ve siyah piyano tuşlarıyla birlikte, tuşların içerdeki uzantıları olan ses aksamlarını da kullanıyor. Bu teknik kısımlara çataldan pinpon topuna kadar akla gelecek her nesneyi gelişigüzel koyarak ya da sabitleyerek arzu ettiği seslerin deneysel yolla çıkmasını sağlıyor. Beğenmediği bir ses olduğunda çalarken müdahale ediyor, yerini değiştiriyor ya da kaldırıyor ilgili nesneyi. İlk dinlediğimde nasıl olduğunu anlayamadığım daktilo tuşuna benzer sesleri de, tuşların arkadaki uzantılarını bantlayarak ya da bir şekilde sabitleyerek yapıyor. Prepared Piano denen bu tarzla ilgili detaylı bilgiler burada.

Düğün salonunda org çalan bir adam (genelleme yapıyorum, istisnalar ayrılır zaten kendiliğinden) bu manzarayı görse, piyanoyu sanatçının kafasında parçalamak isteyebilir. Ya da Hauschka düğün salonunda org çalan birini görse, azaptan piyanoyu hatta müziği bırakabilir.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Farenjit

Kolay kolay doktora giden biri değilim. Bunu "ben hiç hastalanmam, kendime iyi bakarım" gibi değil de şükür ifadesi olarak kabul edelim mümkünse. Birkaç yıldır nefesle ilgili sorunlarım var. Beni eve hapsetmediği ve rutin yaşamımı engellemediği için erteleyip durdum. Soğuk algınlığı, kış hastalığı filandır dedim kendi kendime. Havalar 35 dereceyken de devam edince gidip şikayelerimi doktora anlattım. “Farenjit’in bütün belirtilerini saydın” dedi doktor. Sonra bir de kendisi baktı ve “arttırıyorum, kronik farenjitsin” dedi. Merkezi havalandırma, klimalar vs. gibi başka nedenleri de olmakla birlikte; sigaraya olan alerjim sadece mecazi değilmiş.

Çocukluğumda, çocuklara şeker niyetine verilen küçük kırmızı aspirinleri bile yutamayan, buzdolabının kapısındaki iğrenç kokulu öksürük şuruplarını lavabolara döken ben; farenjit belasına aç karnına, tok karnına, çeşit çeşit 10 kutu ilaç içtim, bana mısın demedi. Aramızdaki ilişkiyi tek taraflı olarak feshediyorum. Bir hükmü yok.

Aldığım nefesin hakkını veremiyor olabilir miyim?

4 Ağustos 2011 Perşembe

Yeniden Anouar Brahem


Müjdemi isterim; Anouar Brahem yine geliyor (: Onu geçen sene, Ramazan'da Caz etkinlikleri kapsamında Arkeoloji Müzesi'nin bahçesinde dinlemiştik. Klişe tabirle, tadı damağımda kalmıştı. Anouar Brahem, sadece 1 yıl sonra yine aynı festival kapsamında İstanbul'a geliyor.

Geçen yıl, son albümünde (The Astounding Eyes Of Rita) kendisine eşlik eden müzisyenlerle birlikte "Anouar Brahem Quartet" dörtlüsü olarak çalmışlardı. Bu yıl ise "Le Voyage de Sahar" albümündeki üçlü olarak çalacaklar resmi siteye göre. Bu da demek oluyor ki udun yanında piyano ve akordeon olacak bu sefer. Yani Le voyage de Sahar, La chambre, Vague, E la nave va.. gibi müthiş parçaları bir aksilik olmazsa canlı dinleyeceğiz.

Geçen sene beklenenden fazla dinleyici gelmiş olmalı ki, girişte karaborsa bilet arayanların sebep olduğu küçük çaplı bir bilet kargaşası vardı. Çok sayıda insan ayakta dinlemişti. Bu yıl konser yine açık havada; fakat bu sefer Topkapı Sarayı avlusunda. Bilet fiyatları ise geçen yıla göre bir hayli artmış. Festival organizatörleri, iktisatın temelini oluşturan arz/talep felsefesini fazlasıyla hesaba katmışlar. Arzu edenler için biletler biletix'te..

16 Ağustos 2011, 21:00
Topkapı Sarayı, İstanbul

31 Temmuz 2011 Pazar

Yollar

Bir önceki yazıda sabah yürüyüşlerinden bahsetmiştim. 15 dakikalığına çıkıp "şu virajı da döneyim, şu yokuşu da çıkayım" diye diye saatlerce yürüdüm. Gördüğüm her insanla muhabbet ettim. Gitmeden önce haritalara baktığımda ve bilenlerden dinlediğimde, Macahel vadisindeki köylerin yerlerini, ulaşım durumunu, birbirlerine uzaklıklarını tam olarak öğrenememiştim. Gitmeden öğrenilebilecek gibi de değildi.

İstanbul'u vapurlardan öğrenmiştim. Şehrin içinde gezerek, hangi semtin nerede olduğu kısa sürede öğrenilmiyor. Vapurdayken sahildeki ilçe ve semtler kolayca öğreniliyor zaten. Daha önemlisi de şehrin harita yapısı kafanızda şekilleniyor. Bu yapı benim için önemli ve gittiğim yeri bir daha unutmuyorum kolay kolay. Kardeşim, "Birisine bir yer sorsam, aradığım yeri bulana kadar  50 kişiye daha soruyorum. Sen tarif ettiğinden  ise daha önce oraya gitmiş gibi buluyorum" der.

Başta da belirttiğim gibi Macahel'i haritalardan öğrenmek mümkün değildi. Haritalar o kadar detaylı olmadığı gibi, her yer yeşil olduğundan ayırt edici bir bitki örtüsü de yok. Her yapı, her yer, her köy birbirine benziyor. Vadi oldukça sarp. Köyler, birbirlerine uzak sayılabilecek birkaç evin toplandığı mahallelerden oluşuyor. O zaman öğrenmek için tepeden bakmak ve çok gezmek gerekiyor. Ben de öyle yaptım. Aşağıdaki fotoğraflar Efeler-Kayalar yolundan..





Flickr'da daha fazla fotoğraf var.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Efeler gibiyim

Dün akşam Borçka'dan Efeler'e, (eski ismi Eprat) konaklayacağımız pansiyona ulaştık. Akşam 9-10 gibi gelebildiğimiz için, karanlıkta yakın yerler dışında pek bir şey göremedik. Buna rağmen beklentilerimi oldukça yüksek tutmuştum. Böyle bir coğrafyada daha azını düşünemiyor insan. Normalde bir tatil gününde erken uyanma huyum yoktur. Bu sabah uyandığımda saat tam altıydı. Alarm kurmadığım halde hem de. Ben tembelim filan diyorum ama o kadar da değilmişim demekki. İstanbul'da tembelleşiyormuşum biraz.

Pencereden baktığımda öylece kaldım diyebilirim. Sanki karşımdaki görüntü bir yere kaçacakmış gibi elimi yüzümü bile yıkamadan fotoğraf makinesini kapmışım. Sonra kendime gelip şapşallığıma güldüm. (: Fazla vakit kaybetmeden sabah turuna çıktım. Kahvaltıdan önce iki saat kadar yürümüşüm. İstanbul'da 10 saat bile uyusam, uyandığımda üzerimde saçma bir yorgunluk varken, burada 5 saatlik uykuyla epeydir hatırlayamadığım kadar dinç uyandım.

Sabahki yakın mesafe yürüyüşten sonra, gün boyunca etrafı tanımak için yürüyüş güzergahlarını aşındırdım. Herhangi bir yerin kafamda harita olarak şekillenmesi önemlidir benim için. Bu anlamda faydalı bir gün oldu. Artık buraya dair planlarım daha elle tutulur hale geldi. Ayrıca önemli biriyle tanıştım. Burada bulunma amaçlarımdan teki için önemli bir gelişme. Şimdilik bu kadar. Fotoğraflarla daha sonra ilgileneceğim.

24 Temmuz 2011 Pazar

Yollara düştük

Epeydir aklımda olan Macahel gezisi için yoldayız sonunda. Kısmen Macahel'i de kapsayan Doğu Karadeniz turları var ama benim ihtiyacımı tam olarak karşılamadığı için bir arkadaşımla çıktık yola. Çok yer gezen ama zaman kısıtı nedeniyle hızlı seyreden turlara alternatif olarak, özellikle ve detaylıca görmek istediğim yerleri kişisel turumuza dahil ettik.
 
Bu zamana kadar bir şekilde ertelemiş olsam da, gündemimden düşmeyen Macahel ısrarım boşuna değil. Yaklaşık 130 yıl önce, Macahel vadisindeki köylerin birinden; o zamanki Sovyet Rusya ve Osmanlı Devleti arasında süregelen savaşlar ve nihayetinde de meşhur 93 Harbi sonrasında (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı), sınır kavramının getirdiği birtakım sorunlar ve Sovyet Rusya'nın bitmek bilmeyen asimilasyon politikasından duyulan rahatsızlık nedeniyle Orta Karadenize göç etmiş büyüklerim. Anadolu'nun bir başka şehrini memleket, yer, yurt bilmişiz. Bir yeri memleket olarak benimsemek için 100 yıl yeterli olsa da, bu zamana kadar gitmemiş olmama rağmen kendimi biraz da Macahel'li olarak hissetmişimdir hep.

Macahel'e gitmek için yaptığım planlar bazen iş-güç, zamansızlık vs. mazeretlerine, bazen de bahane ettiğim tembelliğime takıldı. "Gitmesek de, kalmasak da" demenin kimseye bir faydası olmayacağını anladım. Bir şekilde uzun uzun plan, program yapmadan düştüm yola. Henüz Macahel'e ulaşamadık. Aşağıdaki fotoğraflar gidiş yolundan.. 




İstanbul'dan Orta Karadeniz'e kadar buğday hasatları ve kurumuş ekinler nedeniyle tarlalar sararmış durumda. Sahil kesimine geçtikten sonra ise çay tarlaları, fındık bahçeleri ve ormanlık alanlarla birlikte yeşillikler artıyor. Alttaki son fotoğraf Hopa-Borçka geçidinden. Karşıda sağda kısmen Hopa ve Karadeniz görünüyor. Biz burayı tırmanarak Borçka'ya geçiyoruz. Arazi koşullarınının zorluğuna rağmen buraya kadar yollar çok güzel. Borçka sahil şeridindeki diğer ilçeler gibi küçük ve nispeten biraz daha az gelişmiş. Akşama doğru buradan Macahel'e doğru hareket edeceğiz.

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Otoriter soru bankası

Bir toplu taşıma aracındayız. Akşam saatlerinde, otuzlu yaşlarında bir çift bindi. Adam görevliye parayı verirken, kadın bir yere geçip oturmak yerine yanında bekledi kocasının. Kocası fazla para vermesin diye dikkatlice para sayan elleri seyretti. Ödeme işlemi bitince, adam karşısına ilk çıkan boş ikili koltuğu gözüne kestirdi ve oraya doğru hareket etti. Kadınsa dolu veya boş olmasını gözetmeksizin otobüsteki tüm koltuklara göz gezdirdi. Tahmin ediyorum hepimizle göz göze geldi. Kocasının seçtiği yeri es geçerek önümdeki boş ikili koltuğun cam kenarına oturdu. Kocası da koridor tarafına... Bu arada adamın kucağında da bir bebek var.

Kadının ses ayarı bozulmuş. Onun normal konuşurkenki ses tonuna bağırarak zor ulaşırım. Her kelimesini istisnasız otobüsteki herkes duyuyor. Ben hemen arkalarında olduğum için duymama ihtimalim yok zaten.

Kadın: Evin kapısını kilitledin mi?
Erkek: Hııhı, kilitledim.
Kadın: Anahtar?
Erkek: Cebimde.
Kadın: Ver çantama koyayım, düşüp müşmesin.
Erkek: … (Ses yok, anahtarı veriyor karısına. Neyse ki anahtarın kaybolma tehlikesi yok artık, güvende.)

Kadın sürekli sorular soruyor kocasına. Adam da genelde “evet ve hayır”lardan ibaret kısa cevaplar veriyor. Cümleleri biraz uzadığında kadın müdahale ediyor zaten. Sonra ısrarla yeni sorular soruyor. Soru bankası gibi kadın. Aralarındaki konuşmalardan bebeklerini doktora götürdüklerini öğreniyoruz. Kadın sormaya devam ediyor:

Kadın: Randevuya yetişir miyiz?
Erkek: Yetişiriz herhalde.
Kadın: Yetişemezsek. Söyledim sana "geç kalıyoruz" diye.
Erkek: Daha bir saatten fazla var, yetişiriz. Erken çıktık zaten.
Kadın: Arasak mı doktoru? Kapatmasın muayenehaneyi.
Erkek: Yetişiriz ama... Sen bilirsin.
Kadın: Neyse… Rahatsız etmeyelim adamı. Hastası vardır belki.
Erkek: …
Kadın: Ya da arasana sen. Sekreteri var zaten. Ona söyleriz “geliyoruz” diye. (Rahat edemedi)

Çantasından çıkardığı telefonu kocasına verdi. Adam numarayı tuşladı. Telefonu kulağına götürdü. Ama daha konuşamadan “Dur! Sen söyleyemezsin şimdi” diyerek elinden kaptı karısı. Adamın söyleyemeyeceği şey nedir merak ettim tabii. Ya kadın çok yetkin ya da kocası çok beceriksiz!

"Merhaba, ben Ahmet’in annesiyim. Doktor Bey’den randevu almıştık. Yoldayız biz, geliyoruz. Kapatmayın diye aradık."

Telefonu kapattı kadın. Bu zorlu görevi başarmanın verdiği gururla, araçtaki herkese bir kez daha göz gezdirerek telefonu çantasına koydu. Bunu mu yapamayacaktı şimdi adam? Eli yüzü düzgün, aklı başında, normal bir insan. Olanlara hiç ses çıkarmadı garibim. Bilmem kaç yıllık bir ezginlik var üzerinde. Kadınsa kendinden emin, otoriter Nazi subayı gibi. Ama rahatsızlık verecek olağanüstü bir şey yokmuş ve her şey normalmiş gibi davranıyor.

Ben otobüsten indiğimde kadından kurtuldum. Kocasına da Allah kolaylık ve sabır versin. 

12 Temmuz 2011 Salı

Zayak

Giriş. Önce ud başlar. Ona kulak kesilmişken ritimler katılır. Hemen ardından üflemeliler fark edilir. Küçük bir giriş bölümü bu. Sonra piyano dahil olur müziğe. Önce uda eşlik eder, sonra uddan tamamen -ve gizlice- devralır hakimiyeti. Burada gelişme bölümü başlar. Doğu ezgileri yerini batı melodilerine bırakır. Ama bıçak kesiği gibi fark edilmez bu değişim. Arka planda inceden ud vuruşları devam eder. Piyano batı cazındaki gibi başına buyruk değildir bu sefer. Parmaklar her an ezbere hareket edecek gibi olsa da ana formdan kopmaz hiç. O kadar başına buyruk değil. Bir süre devam eden piyano hakimiyeti de son bulur ve yerini yeniden uda bırakır. Burası gelişme bölümünün bir ileri seviyesidir. Uda vokal de eklenir. Sona yaklaşıyoruz artık. Ud ve piyano giriş bölümündeki melodilerde birleşir tekrar. Başa dönmüş gibi olsak da aslında sonuç bölümündeyiz. Bu sefer vokal de ud ve piyanoya eşlik eder, şarkı biter..

“Böyle film anlatır gibi şarkı mı anlatılır” diyebilirsiniz. Haklısınız anlatılmaz. Öyle yapmıyorum zaten. Dinlemek isteyenler kaybolmasın diye bir yol haritası hazırladım kendimce. Ben ilk zamanlarda kayboluyordum dinlerken. Aradan yıllar geçti. Şimdi ellerim cebimde, rahat rahat dinliyorum. Bu iyiliğimi unutmayın (:

25 Haziran 2011 Cumartesi

6.

6 sene oldu abi. Alışmak yerine, her geçen yıl bir daha inanamıyor insan.
Nur içinde yat.


14 Haziran 2011 Salı

Yarın yaparım!


İnsan yanılır. Yanılgılarını fark eder, pişmanlık duyar. "Yaptığım hiçbir şeyden pişman değilim" diyen insanları samimi bulmam. İnsanların hata yapma ihtimallerinin hep var olduğuna, böyle yaratıldıklarına inanırım. Onca yanlışa rağmen pişman olmayanlarda sorun olduğunu düşünürüm hatta. Çok mu sık hata yapıyorum bilmiyorum ama ben pişman olabiliyorum. (Olabiliyorum dedim, çünkü saçma da olsa bunu bir meziyet olarak görüyorum.) Hata yapmamak için kırk kere düşünsem de koşullar değişiyor ve her zaman doğru olmuyor vardığım sonuç.

En büyük hatam ertelemek. Bazen tembellikten, bazen kararsızlıktan, kimi zaman da doğru zamanı beklemekten.. Bir şeyleri ertelemek için kendime göre mantıklı gerekçe ve mazeretlerimin olması, sonucun yanlış olmasını engelleyemiyor her zaman. Kendimi korumak için saçma savunma mekanizmaları oluşturmamın da bir anlamı yok. Ertelediğim birçok şeyin sonrasında “keşke” dedim. Keşke bu kadar gecikmeseydim. Keşke son günü beklemeseydim. Keşke erken uyusaydım. Keşke cevap vermeseydim. Keşke hayır deseydim. Keşke gitmeseydim. Keşke daha önce gitseydim. Keşke tek kelime etmeseydim. Keşke konuşsaydım. Keşke bir şeyler yapsaydım… Evde de işte de bilgisayarlarımızda saat var malum. Sevmesem de duvarlarda saat var. Kolumda saat var. Telefonumda saat var. Her anımız planlı; mesai saatleri, ders saatleri, yemek saatleri, toplantı saatleri, buluşmalar vs.. Zamanın farkına varmam için bu kadar etken varken, hala ertelemekten şikayet ediyorum. Suç benim. Şikayetim de kendime..

Her zaman yaptıkları için pişman olmaz insan. Bazen yapmadıklarımız daha büyük pişmanlıklar doğurur. Başından beri asıl söylemek istediğim buydu. Bu gece zihnim düzgün çalışmıyor. Böyle ağır aksak düşünmektense en azından bu kez bir şeyi ertelemeyeyim ve erkenden uyuyayım. Aşağıdaki şarkıdan biraz bahsetmek isterdim ama şarkının bitmesi için sadece 3-5 dakikam var. Hâle uygun olduğu için seçildi.
* (Hale Uygun, bir Murat Menteş romanına karakter ismi olabilirmiş.
   Ya da Halim Yaman, daha anlamlı.)

15 Mayıs 2011 Pazar

Rapor


Geleneksel(!) Balık Avı Etkinliğimizin ikincisini gerçekleştirdik. Geçen yıl bu zamanlar Bebek’teydik. Bu yıl ise, hafta içi aldığımız duyumlarla Anadolukavağı açıklarında avlandık. "Boğazda istavrit bırakmadık" desem biraz abartmış olurum belki. Fakat avcılıkta abartının bu kadarının anlayışla karşılanacağını umuyorum. (: Bir köy kahvesinde saatlerce anlatılmayı hak eden performansımız sonucunda; önümüzdeki hafta İstanbul ve çevre illerdeki balık arzında daralma ve buna bağlı olarak da balık satış fiyatında belirgin bir artış olacak. Bu kayda değer haberi Balıkseverlere şimdiden duyurmuş olayım.

İşin şakası bir yana geçen yılki kadar olmasa da epeyce bereketli geçti günümüz. Kiraladığımız tekne ile Sarıyer'den Anadolukavağı açıklarına hareket ettik. Mevsim, avlanma şeklimiz ve avlandığımız alan istavrit için uygunmuş. İlk paragraftaki bilgiç tavrımın aksine, pek balık kültürüm yoktur açıkçası. Malumunuz balık türlerinin ideal boyutları var. Biz 14-15 cm’in altındaki istavritleri kovaya değil, denize attık. Çevremdeki bazı insanlar "yarım kilo hamsi yiyebilirim" gibi şeyler söylüyor. Ben bir tane bile yemedim. Karnımı doyurabilecek kadar balık yiyen biri değilim zaten. En fazla tadına bakarım o kadar.

Sonuç olarak sabahın köründe, güneşsiz ve sisli başlayan günün sonunda; birkaç kg. istavrite ek olarak hafif bir yorgunluk, kollarımda güneş yanığı ve aşağıdaki fotoğraflarla eve dönmüş oldum. Bir sonraki av hikayesinde görüşmek üzere.. (:
Siyah beyaz değil, gerçek renk gri




Dönüşte dinleniyorum (:
_________________________________________________



* Son 3 fotoğraf bir önceki avdan.