Mustafa Onat's items Go to Must.'s photostream

13 Temmuz 2013 Cumartesi

Edirne

 
İstanbul'dan bir günlüğüne kaçmak isteyenler için alternatif gezi rotası önerisidir. Birçok kez Edirne'ye gitmiş biri olarak Fahri Edirne Elçisi unvanına sahip olduğumu da en baştan ekleyeyim. Detaylara giremeyecek kadar bitkin bir durumdayım ama meselenin ana hatlarını paylaşacağım:

Öncelikle kafa dengi birkaç arkadaşımıza haber salıyoruz. Yol, 2-2,5 saat kadar. Sonrasında Karaağaç'ta açık havada güzel bir kahvaltı. Sizi istediğiniz yere götürmek için garda her an hazır bekleyen bir kara tren. Bu trenin bulunduğu kocaman ve yemyeşil bir gar bahçesi.

Meriç Nehri, nehir üzerindeki köprüler, nehrin kıyısındaki tarlalar ve nehre doğru kıvrılan söğüt ağaçları. Daha önceki gidişlerimde gezi rotama dahil etmediğim için seksen bin kez pişman olduğum Yıldırım Beyazıt Camii ve Külliyesi. Fotoğraflarını çekmeniz için etrafınızda koşuşturacak çocuklar ve onların komik mail adresleri. Yürüyüşünüz boyunca size eşlik eden, gökyüzünden eksik olmayan ve polarize filtrelerinizin gereksiz olduğunu düşündürtecek kadar güzel bulutlar.

Selimiye'nin gölgesinde kalmayan Eski Camii ve duvarlarındaki kocaman ve estetik hat eserleri. Bir kez daha ve ısrarla Park Köftecisi Osman Usta. Kaçıncı kez Edirne'ye gidişim ve bu ısrarımdan vazgeçmem mümkün görünmüyor. Kendisi Türkiye'nin en iyi köftecisidir ve bu konu tartışmaya kapalı. Ve nihayet Mimar Sinan'ın ustalık eseri Selimiye Camii, külliyesi ve arastası.
 
Edirne'nin eski çarşılarında da biraz dolaştıktan sonra, 2-2,5 saatlik dönüş yolculuğunun sonunda siz değerli misafirlerimizi İstanbul'a ulaştırıyoruz. Ciddi ciddi bu tur şirketlerinin ne sıkıcı bir üslubu varmış arkadaş! Bir daha böyle yazmayacağım. :/

Detaylara girmeyeceğimi söylemiştim. Fotoğrafların bir kısmı Flickr'da, diğer kısmı da bilgisayarımda. Merak eden olursa diye.
 

 

24 Mayıs 2013 Cuma

Mercan Dede | Dünya

 
Gözlerini açmak, uyanmak sayılıyorsa uyandım. Tam olarak nasıl oldu bilemiyorum ama iş yerine kadar da gelebilmişim. İnsan zihni de bedeni de rutini ezberliyor. Bir tür robotluk avantajı diyebiliriz. Ama böyle olmasaydı, şu anda, tüm bilincimi ele geçirmiş kontrol edilemez bir uykunun kim bilir kaçıncı evresinde olurdum. Biraz önce bu yazıya başlarken aklımda bunları yazmak yoktu. Zihnim bana oyunlar oynuyor hâlâ.

Askere gitmeden hemen önce Mercan Dede’nin 800 albümü çıkmıştı. Bir haftam var/yok dinlemek için… Her fırsatta dinledim. Askerlik bir tür mahrumiyet dönemi olduğu için, -Kral TV’deki gürültüyü de saymazsak- müzik dinleyemediğim 6 aylık zaman diliminde bölük pörçük melodiler uçuşup durdu zihnimde. Sonra döndüm, o albümü de diğerleri gibi ezber ettim.
 
Neredeyse 6 yıl geçti, hâlâ dinliyorum. Çoğu zaman inançsızca ve laf olsun diye söylediğimiz “her şeyi çabuk tüketiyoruz” serzenişinin esamesi yok bu kez. Yarın da dinlerim, bir sonraki gün de… Ama yine de onca zaman sonra insan yeni şarkılar bekliyor. Bazı şeyleri hızlı tüketmeyebiliriz belki ama azla yetinmeyecek kadar da dünyalıyız. Nihayet bu 6 yılın sonunda Dünya albümü çıktı. Lafı başından beri buraya getirmeye çalışıyorum. Az daha kaybolacaktım. Albüm dün D&R raflarına dizilirken payıma düşeni aldım.
 
Dün akşam, güpgüzel insanlarla bir etkinlikte bulunmamız nedeniyle hemen dinleyemedim. Gece boyunca albümü çantamda gezdirdim. Eve döndüğümde dinlemeye başladım ama birkaç gecedir yüz vermediğim uykuya yenildim bu kez de. Gardım düşük yakalandım. Şimdi ofisteyim. Hâlâ uykusuz olmakla birlikte, uykuya yenilmemek konusunda biraz daha donanımlıyım. (yazar burada işyerindeki gürültüden söz ediyor)
 
Bir arkadaşım kağıttan uçak yaparken, kağıdı neresinden katlayacağı konusunda bir anlık tereddüte düşmüş, ben de biraz ukalaca ve söylediğim şeye pek de inanmadan kağıttan uçak yapmayı unutabilen insanın heyecanı kalmamış diyebilir miyiz diye sormuştum. Arkadaşım birkaç dakika içerisinde türlü türlü uçaklar yapıp evin salonunu uçuş sahasına çevirmişti. Dün gece albümü çantamda gezdirirken de heyecanlıydım, şimdi kartonet elimde albümü dinlerken de heyecanlıyım. En azından Dünya’yı dinlerken dünyanın hayhuyundan uzaktayım. Bu yazı samimi bir heyecanı ihtiva etmekte.
 
Albümde gündoğumu ve günbatımı konseptinde iki CD var. İlk dinlemede birkaç şarkı biraz öne çıktı. Garip mesela. Benim için 800’deki Nerdesin’in bu albümdeki karşılığı olacak. Bunun dışında burada albümü öyle derinlemesine irdeleme ve eleştirme niyetinde değilim. Bu yazı biraz da, Mercan Dede müziğine ilgi duyanlar için müjde mahiyetindedir. Müjdemi isterim.

"Adına, tadına, tuzuna, tozuna bakmayız
Acısını duyalım yeter.
 
Her nemiz var ise verip verip
Kalp, gönül, damar, ses, nefes
Hayal, hülya, rüya, şarkı, şiir miir
Ne bulursak girip girip,
Garip garip severiz biz."

27 Mart 2013 Çarşamba

The Employment


Blogun yolunu bulabildim. Uçmalı kaçmalı bir şeyler yazmak isterdim ama bu ara işlere fazla kapıldık galiba. Nasıl bunaldıysam; çalışma hayatındaki saçmalıkları konu alan bir şeyler yazmaya başladım buraya biraz önce. Sonra yazarken kendim sıkıldım ve bıraktım. Hemen sevinmeyin ama vazgeçmiş değilim. Taslaklarda bekletiyorum şimdilik.
 
Eski sayılabilecek bir kısa film var. Burada da bulunsa iyi olur. (Gözümün önünde dursun ki, bazen ben de izleyeyim) Özellikle işiyle sorunu olanlar ve daha önce izlemeyenler öneri olarak kabul edebilir. Yazacağım uzun ve sıkıcı yazıdan kurtulmuş oldunuz böylece. Bu iyiliğim de unutulmasın lütfen.

22 Şubat 2013 Cuma

Balmorhea


Esas kahramanımız yanından ayırmadığı kulaklığını çöpe atar ve olaylar gelişir.

- Niye attın?
- Bozulmuş.
- Nasıl bozdun?
- Ne bileyim. Kablolar birbirine nasıl dolaşmışsa çözerken koparmışımdır belki. Bir taraftan ses gelmiyordu.
- Diğer taraf?
- Ordan geliyor.
- Çalışıyordu yani?
- Evet ama ne önemi var bunun?
- Ne demek ne önemi var, niye atıyorsun çalışıyorsa?
- Öyle müzik mi dinlenir abi tek taraftan..?
- Ne olacak abi, aynı müzik değil mi?
- &+;?’/%<^#  Yaa bi git işine!
- (Gülüşmeler)   (bunu artislik olsun diye yazdım :) )

Böyle uzayıp gidiyor diyalog. Bir tarafı bozulan kulaklığımı çöpe attığım için müsrif olduğumu düşünen iş arkadaşlarım var. Tek tarafıyla neden dinlemiyor muşum? İzah etmek istedim ama baktım olmayacak; deveye hendek atlatırım, o daha kolay.

Amacım Balmorhea’yı yazmaktı. Bir anda başka yollara saptıran, planlarımı altüst eden bir zihnim var benim. Balmorhea, Teksas orijinli bir grup. O kadar ince ve ustaca müzik yapıyorlar ki, tarzlarını da hesaba katınca, epey bir zaman İngiliz olduklarını düşündüm ben. Aslında tarzlarını anlatmak biraz güç. Deneysel müzik yaptıkları söyleniyor. Burada örnek iki şarkı bulunsun bence. Remembrance ve The Winter, Balmorhea'yı temsil ve ifade edebilirler. 
 
 
 
Şurada iyi müzik nasıl olur diye kendimce kriterlerimi sıralamıştım. Yeniden yazmayayım. Balmorhea aynı kriterleri barındıran, insanın ayaklarını yerden kesebilecek bir grup. Bir zaman önce, Last.fm’de dolaşırken konsere geleceklerini gördüm. Eşe dosta haber saldım ve biletlerimizi aldık. 11 Nisan’da Salon İKSV’de olacaklar. Yani olacağız.
 
İlgilenen ve hala haberi olmayan varsa, bitmeden şuradan bilet alınabilir. Bu günlük bu kadar.

11 Ocak 2013 Cuma

Çatılarda gezdiğim yalan değil

Şimdi ben burayı günlük gibi de kullanabilirim değil mi? İstersem günlük yazarım, istersem aylık. Tapulu yerim sonuçta. Satarım bile satmak istersem de; alıcı çıkmaz. Bit pazarında satılan, kullanılmış, bozuk aletler kadar etmez pahada. Pahada da hafif yükte de. Bana da hiç yük olmadı sağolsun, kendi kendine büyüdü. Eyvah! 'Geveze günlük' modunu açmışım bugün.
 
Normalde yağmurda yürümekten hoşlanmam. (romantik filan değilim yani) Ama nasıl olduysa, dersten kaçıp Sirkeci'ye kadar gitmişim geçen Cumartesi o yağmurda.



Bir sonraki Cumartesi günü de Mercan yokuşundaki Valide Han'a düşürdüm yolumu. Hanın çatısına çıkmak niyetindeyim, çünkü çatılara karşı zaafım var. Kapıdaki görevli beni gazeteci sandığı için içeri almak istemedi önce. Han hakkında gazete ve dergilerde kötü şeyler yazanlar olmuş. Yönetimden izin almam gerekirmiş makineyle girebilmek için. Yahu dedim, gazeteci değilim. Bir sorguya çekti ama, uzun ve anlamsız cümlelerle kafasını karıştırarak sınavı geçtim. O da bana çökme riski ve tehlikesi nedeniyle çatının neresine kadar yürüyebileceğimi anlattı. Adımlarım sayılıydı yani. Bu arada geçmemem gereken incir ağacını filan da gösterdi uzaktan.
 
Şimdi olmasa da, 'yaz akşamlarında üstüne bir pike alıp çatısında uyunacak bir han' diyebiliriz burası için kısaca! Uzuncasını anlatmayayım. Çatıdan epey bir vakit şehri izledim. Buradan bakınca Galata Köprüsü bile güzel göründü gözüme. Evet, aslında hiç sevmem. Karşı tepesinde Süleymaniye, bir tarafında Galata Kulesi, diğer tarafında Yeni Cami, altında onlarca mekan ve üstünde denize olta sallayan yüzlerce balıkçı olmasa kimse yüzüne bakmazdı bu kadar çirkin bir yapının.

 
 
Bir vakit sonra çatıdan inerken girişteki amcaya yakalandım. Yakalanmak da denemez aslında; izin verdiği alanın dışına çıkmışım diye, fırça atmak için hazır kıta beni bekliyormuş kapıda. Saydı da saydı. Bir daha gidersem ve beni tanırsa kesin içeri almaz.
 
Bu arada; satmıyorum şimdilik blogu. Yakında az ileriye alışveriş merkezi ve havaalanı yapılacakmış. Ondan sonra satarım. Boşuna işletme, iktisat okumadık herhalde o kadar.
 
Bu günlük bu kadar.
 
Flickr'da başka fotoğraflar da var.