Kıyısından, köşesinden birkaç kez geçmeme rağmen Bursa’yı
bilmiyordum. Hep başka nedenlerle
gittiğim için şehirde gezme imkânı bulamamıştım. Bu kez gezme amacıyla
gittiğimde, garip bir şekilde ilk kez gördüğüm mekân ve caddeler çok tanıdık
geldi. Birkaç saat içerisinde, soranlara yol tarif etmeye bile başlamıştım. Son
andaki, ancak aksiyon filmlerinde yaşanabilecek feribota yetişme telaşını
saymazsak her şey kontrol altındaydı.
Görülmesi gereken her yer bir günde gezilemeyeceğinden ve
koşuşturma halinde gezmekten hoşlanmadığım için, şehir merkezini birkaç mekânla
sınırladık. Sonrasında Osmanlı İmparatorluğu ile eş zamanlı olarak kurulan ve
mimari yapısı günümüze kadar korunan Cumalıkızık’a
hareket ettik. Hafta sonları kahvaltıya gidenler nedeniyle kalabalık
oluyormuş. Gruplar halinde gezen, dizi ve filmlerde izledikleri mekânları
heyecanla birbirine anlatan insanların arasında işe yarar birkaç fotoğraf
çekmeye çalıştım. Tepemizdeki güneş ve yağmura hazırlanan bulutların etkisiyle
sonucun pek tatmin edici olduğunu söyleyemem. Sürekli parlak ve bembeyazdı
gökyüzü. Belki de benim beceriksizliğimdir, bilemiyorum. :/ Yine de köydeki her
sokağa girdim, saatlerce dolaştım.
Köyde yaşayan insanlar turizm potansiyelinin etkisiyle
evlerini kafe-restoranlara çevirmişler. Çoğunlukla iki katlı olan ahşap evlerin
girişinde hayat denilen bir alan
var. Garip ve anlamlı bir isimlendirme olduğunu düşünmüşümdür hep. Bazı insanların
hayatı sadece o alanlarla sınırlıdır. Bizim köydeki eski evlerde de bulunurdu.
Bazen ahıra, bazen kümese, bazen odunluğa, bazen kilere açılan bu alanlarda, tarla
ve bahçelerde üretilen ürünlerin arta kalan işleri de görülürdü. (Tütün dizilir,
ceviz, mısır, fasulye ayıklanır vs.) Cumalıkızık’ta, aynı zamanda evlerin
arkasındaki bahçelere açılan bu alanlar yöresel kahvaltıların ve yemeklerin
sunulduğu mekânlar olarak değerlendiriliyor şimdilerde.
Köyün girişindeki meydanda yöresel ürünlerin satıldığı bir pazar
var. Kadınlar, kendi ürettikleri reçelleri, hamur işlerini ve turşu çeşitlerini bu meydanda satıyorlar. Rengârenk kavanozların içlerindeki reçel ve pekmezlerin üretildikleri meyveleri hayal gücünüze bırakıyorum.
Flickr'da şimdilik birkaç fotoğraf daha var. Güncellenecek.
Orada küçük de bir köy okulu var.Çok kereler gezdim oraları çocukların büyük kısmının oralarda kafelerde vs çalışarak hayatını devam ettirdiğini duydum.Benimkisi birazda mesleki bir ilgiydi.İncecik bir duvar aralığı var oranın bir ismi vardı unuttum şimdi oradanda geçtin mi?Sokakları dolaşmak ayrı bir keyif.iyi bir seçim yapmışsın gezmek için.
YanıtlaSilNe güzel olur ve miss gibi kokar şu teyzenin sattığı reçeller , tadından yenmez dedikleri cinstendir..Geziyor olmak nasıl bişiy acaba merak ettim :)
YanıtlaSilhuyumkurusun;
YanıtlaSilHer sokağa girdim ama okulu hatırlayamadım. Bahsettiğin duvar aralığından -güneşle belki bu kez baş edebilirim umuduyla- birkaç kez geçtim. Hep o kazandı. :)Teşekkürler.
Ateş Böceği;
YanıtlaSilGeziyor olmak konusunda tespit yapabilecek kadar gezemiyorum henüz. Dilim döndüğünce bahsetmek gerekirse; sırtındaki birkaç kilo yük nedeniyle belin ağrıyor. Fiziksel yorgunluktan şikayet etmem ama ayaklarının altının yandığını hissedebiliyorsun. Saatlerce elinde tuttuğun makineden ve fotoğraf çekerken elini tripod gibi sabit tutma gayretinden sağ bileğin istifa etmek isteyebiliyor. Hesapsız güneş yanıklarından filan da bahsetmeyeyim. Öyle yani... Zor iş :)
Fonksiyonel triportöre bayıldım :)
YanıtlaSilÖzgür Ceren Can;
YanıtlaSilOnu çekerken ayaklarımı ısırgan otlarını kaptırdım. Acısından ben de bayılıyordum :)
Henüz gidemedim. Görmek lazım. :)
YanıtlaSiltaş ve mavi ne kadar yakışmışlar birbirine..
YanıtlaSilEllerinize gözlerinize sağlık..
Bir de hep şunu düşünüyorum son zamanlarda.. Fotoğraf bir şeyleri bir kareye sığdırmak değil, kare dışına atacağın şeyleri tercih etmektir.. Yok yok, ikisi aynı şey değil..
MARTI; Bi' koşu gidip görülebilecek yakınlıkta :)
YanıtlaSilDoctor Blue Balloon;
YanıtlaSilAynı fikirdeyim. Her ikisi de..